30 Aralık 2009 Çarşamba

2009 yılı geride kalırken « Demokratîk Açılım »


Demokratik Açılım fenomeni Türkiye’nin bir ihtiyacı olsa sa AKP tarafından içi boş ve suni tartışmalarla Türkiye’nin gündemine sokulmuştur. 6 aydır bu tartışmalar sürdürülmektedir. Bu süre çok uzun olmayabilir ama bilinmeli ki bazen 6 aylık süre zarfında çok büyük işler de başarılabilir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri yaşanan bir sorunun 6 aylık bir süre zarfında çözüme kavuşturulmasını istemek elbette makul sayılmaz, ama bu süre zarfında en azından birkaç adım ileri atılabilir idi, veya iyimser bazı somut işaretler verilebilir idi. Herkesin malumudur ki görünürde ve kamuoyuna yansıyan henüz ciddi sayılabilecek birşey yoktur, eğer varsa ve ben göremiyorsam lütfen birileri bana da göstersin.

Demokratik Açılım bugün olmasa da yarın, yarın olmasa da obürsü gün gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle sözkonusu gerçeklik AKP tarafından ve samimi olmayan yaklaşımlarla dilendirildiğinde kamuoyu nezdinde rahatlıkla kabul görmüştür. Türkiye’nin geri ve sürekli problemli olmasını isteyenler ise bu sürece karşı çıkmışlardır. Kürt sorunu konusunda farklı görülen bu iki yaklaşım aslında aynı çizgide buluşmaktadırlar. Her ikisinin de temel amacı Özgür Kürdün tüm çabalarını boşa çıkarmak ve « Ne Mutlu Türküm Diyene » sloganına uygun bir süreci devam ettirmektir.

DTP’nin kapatılması ve akabinde de aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda BDP yöneticisinin gözaltına alınması ve çok kötü bir müameleye maruz bırakılması AKP’nin ne kadar ikiyüzlü olduğunu birkez daha gözler önüne sermiştir. 25 Aralık günü Diyarbakır adliyesinin önünde verilen fotoğraf tüm Kürtlerin onurunu incitmiştir. Bu konuda onuru incinmeyen Kürt varsa olsa olsa aslını inkar etmiş ve soyuna ihanet etmiş biri olabilir. Aynı şeyin demokrat Türk aydınlarının kendi onurunu koruması için de geçerlidir.

2010 yılına girerken Türkiye daha karmaşık ve çatışmalı bir hal almaktadır. Bir taraftan Ordu ile hükümet arasında gizli bir savaş sürerken diğer taraftan da devletin bu iki gücü Kürt sorunu konusunda aynı cephede, omuz omuza mücadele ettiklerini görmekteyiz. Kürt cephesine bakıldığında ise, geçen süreçlere göre özgürlüğü için mücadele etme noktasında daha azimli bir duruşu sözkonusudur. Gerek silahlı mücadele saflarında bulunanlar gerekse de siyasal ve sosyal mücadele alanında olanlarda ciddi bir kararlılık görülmektedir. Dolayısıyla önümüzdeki yılın pek sakin geçmeyeceğini, eğer devlet tarafından sağduyulu bir yaklaşım geliştirilmezse, çatışmalı bir durumun ülkede egemen olacağını şimdiden görülebilmektedir.

Nisan 2009’da DTP yöneticilerine karşı yapılan operasyon ve son olarak da DTP’nin kapatılmasına rağmen Kürtlerin gösterdikleri metanet ve sabır karşısında devletin takındığı tavır ve son olarak da yapılan BDP oparasyonu karşısında Kürt tarafından beklenen birşeyin kalmadığını bellirtmek gerekiyor. Az da olsa vicdanı olanlar gelinen aşamada Kürtlerden birşey istememelidir.

2010 yılının Türkiye’ye fayda getiren bir yıl olması isteniyorsa bunun için devletin ve hükümetin demokratikleşme konusunda ciddi adımlar atmasından başka kimseden birşey istenmemelidir. Seçilmiş belediye başkanlarının eline kelepçe takarak ülke ve dünya kamuoyuna görüntü vermeye zorlayan mantık teşhir edilmediği ve Kürtlerden özür dilenmediği müddetçe Kürtlerden hiç birşey beklenmemelidir.

Yaşananlar karşısında daha azimli bir mücadele yılına girildiği şüphesizdir. Özellikle BDP için 2010 yılı demokratik zeminde sonuna kadar mücadele etmenin temel görev olarak belenmesi lazım. Öyle zanediyorumki BDP kendi katında bundan başka da bir seçeneği düşünmemektedir.

Yazımı noktalarken tüm okuyucuların yeni yılını kutlar nice mutlu yıllar dilerim. 2010 yılının savaşsız ve özgürlük kokan çiçeklerle bezelli olmasını temeni ederim.

Ahmet DERE 30.12.2009

22 Aralık 2009 Salı

Eşitlik İlkesi ve DTP Sonrası

11 Aralık 2009 tarihinden bu yana Türkiye’de yeni bir sayfanın açılmış olduğunu söylemek henüz erken olsa da, öylesi bir gerçeklik şimdiden yaşamın bir parçası haline gelmiştir. 2007’den beri DTP ile ilgili süren kapatma davasının alelacele sonuçlandırılması bir dönemin kapandığını, yeni bir sürecin başlangıcı olma noktasında önemli bir işarettir. Bu konuda önümüzdeki aylarda daha somüt verilerin ortaya çıkacağını hepimiz göreceğiz.

Anayasa Mahkemesinin kapatma kararından sonra DTP’li milletvekillerinin Barış ve Demokrasi Partisine katılmalarıyla birlikte TBMM’ye dönmeleri eski sürecin normal devamı olarak görülmemelidir. Bu dönüş yeni bir dönemi beraberinde geliştirecek, geliştirmelidir.

Girilen yeni süreç yakın geçmişte yaşananları unutturmaz, yaşanan acıları dindiremez. Toplumsal olaylar zihinlerde yer edindiği için unuturulması hem uzun süre ister ve hem de ciddi çaba gerektirir. Mevcut durumda gördüğüm Türkiye tablosunda böyle bir iyimserliğin olmasını ve günlük yaşamın bir parçası haline gelmesini çok arzuladığımı belirteyim.

DTP’nin kapatılması Kürtleri derinden yaralamıştır. Malum bazı çevrelerce alkışlarla karşılanmış olsa da bunu tüm Türkiye’ye veya Türklere maletmek de haksızlık olacaktır. Anayasa Mahkemesinin verdiği karardan ötürü vicdanı rahatsız olan önemli bir türk kamuoyu olduğunu da düşünüyorum. Anayasanın yazılı maddelerine göre davrandıklarını söyleyen ve görevini icra ettiklerini beyaneden mahkeme üyelerinin kamuoyu nezdinde ciddi bir rahatsızlığın yaratılmasına vesile olduklarını unutmamalıdırlar. Mahkemenin, söylendiği gibi, eşit ve tarafsız davrandığına dair Kürtleri ve Türkiyeli demokrat çevreleri inandırması pek mümkün değildir. Kompozisyonunda da eşitlik ilkesi esas alınmayan « Yüce » Mahkemenin Kürtlerle ilgili eşit ve demokratik davrandığına inanmak çok zordur. Mahkeme üyeleri DTP’yi kapatırken vicdanen rahat olduklarını tahmin ediyorum, aksi halde bu şekilde oy birliğiyle karar vermeleri sözkonusu olamazdı. Ancak milyonların onların vicdanı rahat olsa da milyonların vicdanını da rahatsız etmişlerdir. Onlar bugün bu gerçekliğin farkında olmayabilirler, ama tarih herşeyi not etmiştir.

Türkiye’de bir Kürt istediği yere gelebilir diyenlere « Yüce Mahkemenizin kimlerden oluştuğuna bakın » demek gerekiyor. « Türkiye Türklerindir » mantığıyla oluşturulan böylesi bir kurumun çok eşit ve demokratik karar vermesine hangi Kürt inanır ?. Ancak şimdiye kadar böyle olduğu için bundan sonra da böyle devam edeceğini kimse garantileyemez. Günün birinde Kürtler için de hakedilen her kapı açık olacaktır elbet. Zira, gerek Kürtler gerekse de Türkiyeli demokrat çevrelerin bu konuda hatırı sayılır mücadeleleri vardır ve bu çabalar sonuç verecektir. Yeterki samimi ve vicdanlı davranan, küçük de olsa, bir irade olsun.

DTP’li milletvekilleri çok haklı ve yerinde bir kararla meclisten istifa edeceklerini açıkladılar. Bu açıklamayı Diyarbakır’da yapmaları da başka önemli bir yaklaşım oldu. 18 Aralık günü yeni bir kararla BDT’ye katılacaklarını duyurup istifa kararlarını meclise sunmayacaklarını beyan etmeleriyse daha önemli bir karar ve yaklaşım olmuştur. Bu tavırlarıyla sanıyorum birçok yere mesaj vermiş oldular. Başta AKP hükümeti olmak üzere, Türkiye’de karar mercii olan her kurumun bundan ders çıkarması gerekiyor. Buradan hareketle artık « Eşitlik » ve « Demokratik » kavramların içeriği doldurulmalıdır. Hiçbir kurumun Türkiye’ye zaman kaybettirme ve fırsatları kaçırtma lüksü olmamalıdır.

Gelinen aşamada eski DTP’li ve yeni BDP’lilerin de önemli bir misyonla karşı karşıya olduklarını hatırlatmak lazım. Soyut özelleştirilerle geçmişte yapılan hataların telafisi mümkün değildir. Bu noktadan hareketle üzerlerine düşen sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmeleri lazım. Yeni süreç aynı zamanda yeni bir yaklaşımı ve ona uygun bir de uslübü gerektirmektedir. Önemli olan karanlıklarda sekelemeden yürüyebilmektir.

Ahmet DERE / 22.12.2009

17 Aralık 2009 Perşembe

Uluslararası PEN Başkanı Eugene Schoulgin "DTP'nin kapatılmasından dolayı kendimi yaralı hisediyorum"

Eugen Schoulgin'in Kürt PEN Başkanı Dr. Zerdeşt Hajo'ya yazdığı mektupla DTP'nin kapatılmasından dolayı kendini yaralı hisettiğini belirterek " Inanıyorum ki, DTP'nin kapatılmasından sonra hepimizin acısı büyüktür. Sorumluluğu olanlar bu umutsuzluğu yaratıkları zaman insan dünyadan soğuyor" diyerek üzgün olduğunu bellirti.

Açıklamasında "Türkiye'de asker ve yargı mensuplarının birlikte tango (halay) oynamaları büyük bir tehlikenin işaretidir. Diğer taraftan ben DTP milletvekillerinin istifa etmelerini de yerinde bulmuyorum, bana göre geri çekilmemeliydiler" biçiminde görüşünü bellirtmiştir.

15 Aralık 2009 Salı

AP'de DTP'nin Kapatılmasına Karşı Tepki

Bugün, 15 Aralık, Avrupa Parlamentosu'nun Strasbourg'daki binasında yapılan grup basın toplantılarında DTP'nin kapatılmasıyla ilgili tepkiler d dile geldi. Sosyalist Grup Başkanı Martin Schulz yaptığı kısa açıklamada şunlara yer verdi " DTP'nin kapatılması ciddi bir hata olmuştur. Türkiye açısından aynı zamanda ciddi bir tehlikeyi de teşkil etmektedir. Bu olay Türkiye'nin AB ile yürüttüğü müzakere sürecini de olumsuz yönde etkiliyecektir. Türkiye'de ilişkide olduğumuz kesimler vardır ve onlarla bu süreci değerlendiriyoruz. Kürt sorunu konusunda çabalarımızı sürdüreceğiz"

Yeşiller Grubu Eş-Başkanı Dniel Cohn-Bendit ise yaptığı basın toplantısında, Roj Tv muhabirinin sorusu üzerine şunları söyledi; " DP'nin kapatılması AKP'nin bir sabotajıdır. AKP ciddi bir hata yapmıştır ve bu gidiş tehlikelidir. Ben DTP milletvekillerinin istifasını da doğru bir yaklaşım olarak görmüyorum. Türkiye Meclisinde elde ettikleri mevzileri bırakmamaları gerekiyor. AP olarak 2010 Ocak ayında bu sorunu daha geniş bir şekilde tartışacağız"

Faraşîn BlogNews
15.12.2009 / Strasbourg

12 Aralık 2009 Cumartesi

Hakim Türk Zihniyeti

Kürt sorunu Ortadoğunun kanayan yarası olarak gündemin önemli maddesi olarak yerini koruyor. Bu gündem maddesi sadece Ortadoğu’da değil aynı zamanda uluslararası arenada da önemini korumaktadır. Genel havaya bakıldığında bu kanayan yara daha uzun bir süre sıcaklığını koruyacaktır.

Geçen Cuma günü itibariyle, yani 11 Aralık 2009 tarihinden beri DTP türk hukuk mantığı tarafından kapatılmıştır. Böyle bir kararın verileceği önceden belliydi. Ne yazıkki değişen dünya konjonktürüne göre Türkiye halen geçmişte ısrarlıdır ve ısrarlı olmaya devam edeceğe benziyor. Bu mantığın egemen olduğu sürecin kazanımları olmadığı gibi en fazla zararı da, başta Kürt Halkı olmak üzere Türkiye’de yaşayan tüm halklara olmuştur.

Gerek Kürt halkının özgürlük mücadelesi açısından olsun gerekse de Türkiye’deki diğer tüm halklar açısından daha kararlı ve etkin bir mücadele süreci başlamıştır. Bu noktada aklı başında olan herkesin hemfikir olduğunu biliyoruz.

DTP’nin kapatılması Kürt halkının özgürlük mücadelesini sekteye uğratamaz veya engeleyemez, bu kararla sadece Türkiye’ye ve onun geleceğine ciddi bir darbe vurulmuştur. Bundan sonraki sürecin nasıl gelişeceği, nelerin yaşanacağı önemlidir. Bu antidemokratik yaklaşımlardan sonra Kürtlerin daha iyi ve azimli bir şekilde mücadelelerini yürüteceklerine dair kimsenin şüphesi yoktur. Ve süreç ne kadar zor ve çelmelerle dolu olsa da ne Kürtler gelinen noktadan geri adım atacaklar ne de hakim türk zihniyeti emeline ulaşacaktır.

Bana göre bugünden sonra Türkiye’de yaşayan ve sağduyulu olan herkesin üzerine düşen temel görev şudur ; yepyeni bir sürecin başlangıç yapması için elinden geleni yapmasıdır. Eğer daha azimli bir mücadele yürütülemez ise o zaman küflenmiş yasakçı zihniyet ile onun borazanları durumunda olan Baykal ve Bahçeli sevineceklerdir.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılınç DTP ile ilgili kararı açıklarken en başta vurguladığı husus AIHM’nin Batasuna ile ilgili kararı idi. Bence Haşim Kılınç ne Türkiye gerçekliğini ne de Avrupa Birliği realitesini iyi okumamış ve değerlendirememektedir. Günümüz Ispanyası ile Türkiye arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. Ispanya’da hem Katalanlar ve hemde Basklar çok geniş özerkliğe sahip olup kendi kendilerini yönetebilmektedirler. Kürtlerin Türkiye’den talep ettikleriyse sözkonusu bu iki halkın sahip oldukları hakların çok gerisindedir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve stabiliteye kavuşması AB müesesesinin pek de umurunda olmadığını belirteyim. DTP’nin kapatılmasına ilişkin bu müesesenin pek ciddi bir tavır geliştirmeyeceğini rahatlıkla tahmin ediyorum. Bu nedenle ne Kürtlerin ne de Türklerin kendi sorunlarını çözmede Avrupa’ya bel bağlamaları olsa olsa gafilik olur ve her iki tarafı da çıkmaza sürükler.

Hiçbir ülkede demokrasi ne şiddetin gölgesinde ne de yasaklarla kurulamaz, hatta bu konuda yol bile alması mümkün değildir. Dolayısıyla herkesin akl-ı selim hareket ederek, şimdiye kadar yaşanan hatalardan ders çıkarıp Türkiye halklarına çağdaş dünyanın kapısını açma noktasında görevini yapmalıdır.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana Kürtlere karşı daimi bir şekilde ayrımcılığın yapıldığı tartışma gerektirmez bir gerçek olarak kabul edilmektedir. Gelinen aşamada intikamvari bir zihniyetle değil, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin, çözümleyici bir mentaliteyle kendi sorunlarına karşı gereken duyarlılığı ve hasasiyeti göstermeleri elzemdir.

Ahmet DERE / 12.12.2009

3 Aralık 2009 Perşembe

Hapishanelerdeki şartlar iyileştirilmeli



Öcalan’a yönelik tecrit kaldırılmalıdır!

Tutuklu ve hükümlülerin yaşam koşullarının iyileştirilmesinin ne anlama geldiğini artık herkes öğrenmiş bulunuyor. Görevdeki hükümet ve Adalet Bakanı, “iyileştirme”den söz etti mi, bunun anlamı tutuklu ve hükümlüler için yeni kısıtlamalar demektir.

“Hayata dönüş operasyonu”nu hatırlayalım… Klasik hapishanelerin boşaltılıp, buradaki politik tutsakların F Tipi cezaevlerine nakli için büyük bir operasyon yapılmış, ölenler ve yaralananlar olmuştu. Zamanın hükümetinin iddiasına göre, F Tipi cezaevleri “insan haklarına uygun”du. Yaşanan süreçte ise tersi görüldü: Tecrit koşullarında ağırlaşan psikolojik rahatsızlıklar, hücrelerde tek başına bırakılmış politik tutsakların haklarını arama mücadelesinin gerilemesi ve cezaevi yönetimlerinin keyfi uygulamalarında belirgin bir artış…

Çok sayıda politik tutuklu ve hükümlünün sağlık durumu oldukça kötü olmakla birlikte ya tedavi edilmiyorlar ya da üstünkörü tedaviyle ölüme daha fazla yaklaştırılıyorlar.

Benzeri bir durum geçtiğimiz günlerde on yılı aşkın bir süredir ağır tecrit altında tutulan Abdullah Öcalan için de söz konusu oldu. Hükümet “Öcalan’ın hapishane koşullarının iyileştirileceğini açıkladı” ve yıllardan beri görüldüğü gibi durum daha da kötüleşti. Öcalan yeni hapishane koşullarının eskisinden kötü olduğunu, sağlık durumunun iyice bozulduğunu açıkladı.

Kendi planlarına göre yürütmek istediği “Kürt açılımı”ndan istediği sonucu alamayan hükümet, intikamını savunmasız durumdaki Öcalan’dan almaya çalışıyor.

Bunun Kürt halkına yönelik ağır bir tahrik ve barışa değil de karşılıklı sertleşmeye hizmet eden bir politika olduğunu vurguluyoruz.

Bu nedenle de hükümeti bir an önce bu politikadan vazgeçmeye; Kürt sorununun barışçıl çözümünden yana olan güçleri tıkanan sürecin açılabilmesi için tüm siyasi tutsakların salıverilmesi talebinde bulunmaya çağırıyoruz.

Bu yolda bir ilk adım olarak özellikle politik tutuklu ve hükümlülere yönelik yavaş imha politikasının derhal sona erdirilmesini, herkese bedensel ve psikolojik olarak sağlıklı koşulların sağlanmasını talep ediyoruz.

AVRUPA BARIŞ MECLİSİ

28 Kasım 2009 Cumartesi

AB-Türkiye Sürecinde Samimiyet Sorunu


Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yürütülen müzakere süreci dördüncü yılını geride bırakmış beşinci yılına girmiştir. Geçen süreç zarfında sürdürülen müzakerelerde sürekli zikzaklı bir güzerhag takip edilmiş, taraflar birbirine karşı samimi davranmamışlardır.

Türkiye’nin AB’ye girmesi sıradan bir durum olmayıp, 72 milyon vatandaşın kaderini birebir etkilerken aynı zamanda 250 milyonluk AB’yi de yakından ilgilendirmektedir. Dört yıllık bir müzakere sürecinden sonra öyle bir noktaya varılmışki, Türkiye’nin AB’ye tam üye olması da, olmaması veya özel bir statüye sahip olması da beraberinde ciddi sorunlar yaratacaktır. Bu gerçekliğin degişmesi kolay olmamakla birlikte, ciddi ve samimi çabaların verilmesi sonucu mümkündür. Işte bu noktada sorunlar var ve giderek süreç karmaşık bir hal almaktadır.

Dördüncü yılını geride bırakan müzakere süreci pek dikkate alınabilecek bir gelişme kaydetmediği aşikardır. Eğer Türkiye’de yaşanan tüm gelişmeler AB Sürecine bağlı olarak ortaya çıktığı iddia edilse o zaman « olumlu » sayılabilecek bir not düşülebilir.

Ne varki yaşanan gelişmeler konusunda her iki tarafta da ciddi bir ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik hakimdir. Yeri geldiğinde, özellikle seçim yatırımı ve mühalefete karşı savunma amaçlı olarak AKP yetkilileri sık sık farklı demeçler verdiklerini görmekteyiz. Yani Türkiye’de yaşanan gelişmelerin doğal ve yaşanan her olumlu gelişmenin temel nedeni Türkiye’nin ihtiyacı doğrultusunda olduğu, söz konusu gelişmelerin AB ile hiç alakalı olmadığı söylenmektedir.

AB çevrelerinde de benzer bir yaklaşımın egemen olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin adaylık konusu gündeme geldiğinde, özellikle Almanya ve Fransa gibi AB’nin güçlü ülkeleri tarafından sürekli negatif bir izlenim verilmektedir. Türkiye’nin attığı adımların müzakere sürecine bağlı olmadığını, Kopenhag kriterleri konusunda henüz çok geride olduğunu onlar da söylemektedirler. Son bir yıldır Almanya ve Fransa’nın bu negatif yaklaşımı diğer ülkeler üzerinde de etki kurduğunu gözlemlemekteyiz. Avrupa Parlamentosunun bu yıl yapılan seçimlerinde Hiristiyan Demokratların daha güçlü çıkması Türkiye konusunda bu iki ülkenin elini daha da güçlendirmiştir.

Geçen hafta Avrupa Parlamentosunda AB Genişleme Stratejisi tartışılırken Türkiye ile ilgili konuşulanlar yukarıdaki tabloyu birebir doğruladığını söyliyebilirim. Daha önceki yıllarda da aynı müesesenin Türkiye ile ilgili tartışmalarını takip etmiş biri olarak, bu yıl ifade edilenlerin çok negatif olduğuna bizzat tanık oldum. Ne varki türk basınında bu konuda oldukça yanıltıcı haberler yer almıştır. Dilendirilen bir yığın negatif sözlerin arasında « iyi » denilecek birkaç sözü cımbızlıyarak türk kamuoyunu manipule etmekle hiçbir yere varılamaz.

Ne yazıkki Kürt sorunu noktasında da aynı samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük egemendir. Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana olmayan malum güçler aynı zamanda bu ülkenin istikrarını da istememektedirler. Önümüzdeki günlerde Türkiye ile ilgili hazırlanacak olan AP yıllık raporunda, Kürt sorunu ile ilgili dile getirilecek olanların sadece birkaç formatif sözden ibaret olacağını şimdiden anlamak mümkündür.

Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına karşı olmayan bendeniz şu gerçekliğin altını özellikle çizmek istiyorum ; ne Türklerin ne de Kürtlerin AB’li yetkililerinin mevcut yaklaşımlarına güvenme lüksüne sahip değiller, olmamalıdırlar.

Ahmet DERE  /  28.11.2009

25 Kasım 2009 Çarşamba

AP’de Türkiye ile ilgili eski uslüpte ısrar devam ediyor


25 Kasım günü saat 15’te Avrupa Parlamentosu Genel Kurulunda Genişleme Stratejisi tartışıldı. Genişlemeden sorumlu Komiser Oli Rehn’in de hazır bulunduğu ve kısa bir konuşma yaptığı oturumda çok sayıda parlamenter de söz alarak görüş bellirtiler.

Her bir gruptan bir kaç milletvekilinin konuştuğu oturum boyunca AP’nin Türkiye ile ilgili eski yaklaşımında ısrarlı olduğu çok bariz bir şekilde görüldü. Oli Rehn’in « Türkiye’de olumlu gelişmeler vardır » biçiminde yaptığı açıklamanın tersine, milletvekillerinin genel görüşlerine göre Türkiye’nin durumu daha çok gerilerde olduğu noktasında ortak bir görüş ortaya çıktı. AP’nin en büyük grubu olan PPE adına konuşan eski Dışişleri Komısyonu Başkanı Brok Kopenhag kriterlerine özellikle dikkat çekerek bu noktada Türkiye’ye herhangi bir müsamaha gösterilmemelidir diye konuştu. AP-Türkiye Karma Komisyonu Başkanı olan Helen Flautre ise kısa konuşmasında Kürt sorununa da dikat çekerek « Türkiye’nin AB’ye tam üyelik Müzakerelerini yürütmekte ancak, başta Kürt Sorununa kalıcı bir çözüm olmak üzere, yapması gereken görevlerini de tam olarak yerine getirmesi gerekiyor » diye konuştu.

AP’nin bu Genel Kurul oturumunda sağcı gruplar adına konuşanların yaklaşımında Türkiye’ye karşı ortak bir görüş birliğinin hakim olduğu gözlemlendi.

Kıbrıs Sorunu da AP’nin gündemindeydi. AP Mühafazakar Grubu üyesi İngiliz Geoffrey VAN ORDEN Kuzey Kıbrıs’ın birleşmeden yana olduğuna dikkat çekerek uluslararası tecritten çıkarılması gerektiğini dile getirdi.

Bugünki oturumda öyle görüldüki Türkiye’nin önünde daha çok ciddi bir engel bulunmaktadır.

25,11,2009

Avrupa Parlamentosunda AB Genişleme Süreci Tartışılıyor

Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu tarafından AB Genişleme Stratejisiyle ilgili hazırlanacağı yıllık rapporun ön tartışmaları Çarşamba günü (24.11.2009) saat 15’te AP Genel Kurulunda tartışılıyor.

Salı günü (25.11.2009) grup başkanları tarafından yapılan basın toplantılarında Genişleme Stratejisiyle ilgili gazetecilerin yöneltikleri sorular klasik cevaplarla geçiştirildi. Öyle anlaşılıyorki Genel Kurulda yapılacak olan tartışmalar çok yeni sonuçları çıkaramayacak. Özellikle Türkiye ile ilgili öne çıkarılacak hususlar “Demokratik Açılım” ve AKP’nin attığı diğer bazı adımlar övünerek alkışlanacak, Kürtlerin Barış ve Demokratikleşme ile ilgili çabaları görmemezlikten gelinecek.

CHP’ye tepki

Grup Başkanlarının toplantısında CHP’li Onur Öymen’in Dersim katliamıyla ilgili açıklamasına karsı tepki sadece Yeşiller Grubu Başkanı Cohn-Bendit tarafından dile getirildi. Gazetecilerin soruları üzerine Cohn-Bendit’in yaptığı kısa açıklamada “Alevi toplumunu derinden yaralayan ve rencide eden açıklamaların kabul edilemez olduğu” dile getirildi. Yine Türkiye ile ilgili AB devlet başkanları tarafından dilendirilen ‘İmtiyazlı Ortaklık’ gibi önerilerin de Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırma amaçlı olduğunu kaydeden Cohn-Bendit, bu tur önerilerin daha çok sağcı politikacılar tarafından dillendirildiğini de sözlerine ekledi.

24.11.2009

Konjonktür Çözümü Dayatmaktadır

Globalleşen dünyada hiçbir toplumsal sorun salt kendisiyle sınırlı kalamamaktadır. Hele bu sorun Ortadoğu gibi bir bölgede ise müşterek güçlerin sayısı daha fazla olmaktadır. Söz konusu Kürt sorunu olunca bu husus daha fazla uluslararası bir konu haline geliyor. Dolayısıyla direkt muhatap olan hiçbir güç veya güçler salt kendi inisyatifiyle bu sorunu çözemezler veya çözümsüzlükte ısrar edemezler.

Bu yılın Mayıs ayından beri Türkiye’de tartışılan « Demokratik Açılım » bölgesel ve uluslararası konjonktürden kaynaklanan dayatmanın bir sonucu olmadığını söylemek pek gerçekçi değildir. Dünyada yaşanan gelişmeler Türkiyeyi ciddi bir değişime zorlamaktadır. Kürt sorunu bu yönde önemli bir engel deşkil ettiği için çözümü de daha fazla zorunlu hale gelmektedir. Bu nedenle, ister Türk devletinden kaynaklı olsun isterse de Kürtlerden kaynaklansın hiçbir engelleyici etken belirleyici bir role sahip değildir, olamaz da.

Genel anlamda konjonktürel koşullara bakıldığında Kürt sorunu yavaş yavaş « kalıcı » bir çözüm yoluna girecektir. Ancak bu yol ne Türk devletinin istediği gibi gelişecek ne de Kürtlerin istedikleri gibi olacaktır. Benim takip ettiğim kadarıyla uluslararası güçlerin, özellikle AB ve ABD , üzerinde mutabık kalacakları bir çözüm olacaktır. AKP’nin sık sık dilendirdiği gibi bu proje bir Devlet Projesi değildir, buna inanmak için hiçbir mantıklı neden yoktur. Ancak Türk devleti iş bu projeyi kendisinin ki gibi kabul edip kamuoyuna kabul ettirmek zorundadır, başka türlü davranması da kabiliyeti dışında bir durumdur.

Uluslararası Konjonktür nasıl bir çözümü gerektirmektedir diye soracak olursak ; her şeyden önce Kürt halkının vermiş olduğu mücadele kendi gerçekliğini kabul ettirmiştir. Geçmişte olduğu gibi bundan sonra hiçbir güç Kürtleri inkar edemez ve katliamlardan geçiremez. Az da olsa geliştirilen kürt dilinin bundan sonra yokmuş gibi sayılmasının da mümkünatı yoktur. Yine yerel yönetimler bazında Kürtlerin elde etmiş oldukları kazanımların geri alınması da mümkün olamaz, zira bu aynı zamanda uluslararası mükavelelerin de gerektirdiği gelişmelerdir. Dolayısıyla bu noktalarda geri adım atılması artık mümkün görünmemektedir.

Pek iyi ne olacak bundan sonra ? Kanaatime göre AKP yavaş yavaş uluslararası konjonktürün dayattığı çözüm formülünü Türkiyelileştirme çabası içerisindedir. Kürt dilinin daha serbest kulanılması önünde varolan engelleri kaldırıp gerek devlet dairelerinde gerekse de özel televizyon ve radyolarda kulanılmasına imkan tanıyacaktır. Ancak, kürt dilinin resmi sıfat kazanmasına imkan tanıması pek mümkün görünmemektedir. Diğer taraftan gerillanın silah bırakması ve yurtdışında yasaklı olan Kürtlerin serbest geri dönmelerine ilişkin yasal düzenlemeler yapılacak ama askerlik sorunu buna dahil edilmiyecektir. Bu ise onurlu Kürtlerin geri dönüşü önünde ciddi bir engel olarak kalacaktır.

Yukarıda saydığım konularda somut adımların atılması kaçınılmazdır. AKP bu adımları ya atar ya atar başka opsiyonu yoktur.

Kürtler bu adımlarla yetineceklermi ? elbete değil. Fakat şu da bir gerçektir ; 1980 ve 1990’larda hepimiz tarafından talep edilen ve bu uğurda mücadele ettiğimiz ‘bağımsız ve demokratik bir Kürdistan’ adeali de günümüzde gerçekçi olmadığını bilyoruz. Kürtlerin taleplerinde artık ayakları yere basması gerektiği gibi, önüne konanı olduğu gibi kabul edip onunla yetinecekleri anlamına da gelmemelidir. Türk devleti zayıf olsa bile Kürtlerin bazı taleplerinin kabul göremiyeceğini de burada not etmekte fayda vardır. Zira, yukarı da da belirtiğim gibi, Kürt sorunu golabelleşen dünyanın bir problemidir ve bu dünyanın onayı dışında farklı bir çözüme bağlanması da mümkün değildir. (gelecek yazımda bu hususu biraz daha açacağım)

Ahmet DERE / 09.11.2009

Barışa Yolculuk

Barış kutsal bir kavramdır, insani değerlerden azıcık nasibini almış kişi veya kişiler bu kavramın pratikte gerçekleşmesine karşı çıkmaz, çıkmamalıdır. Insanlık tarihinde yaşanan büyük savaşlar kadar önemli barış adımları da gerçekleşmiştir. Savaşı geliştiren her güç barışı da yapabilecek anlamına gelmez, ancak önemli barışları yapabilecek güçler savaşı da geliştirebilmiş olanlarıdır. Tarih bize bunun bir gerçek olduğunu çok güzel bir şekilde göstermiştir.


Tarih derslerinde, özellikle Avrupa okullarında, 30 yıl savaşları diye bir süreç anlatılıyor. 1618 ila 1648 yılları arasında yaşanan savaşlarda Avrupa’daki halklar birbirini boğazlamışlardır. Bu savaşların temelinde Katolik ve Protestan kiliselerinin iktidar mücadelesi olsa da, esas neden siyasal ve dönemin Avrupa devletleri arasında kıtayı paylaşma gerçekliğidir. Savaşların sonuç vermiyeceği anlaşılınca, 1648 yılında Festfalya Antlaşması yapılarak söz konusu kitada önemli bir tarihi döneme yol açılmıştır. Daha sonraki süreçlerde de Avrupa’da değişik düzeylerde savaşlar yaşanmış, ancak hiçbir savaş esas amacına ulaşamamış, sonuçta sağduyu ve barışçıl adımlar üstün gelebilmiştir. Eğer bugün Avrupa Birliği birçok konuda örnek alınabiliyorsa ve giderek halkların Konfederasyonuna doğru gidiyorsa, geçmişten dersler çıkarılarak atılan barışçıl adımların sayesindedir. Insanlık tarihinin bize gösterdiği gerçek ; yücelik mertebesine ulaşan güçler barışın tarafında yer almış olanlarıdır.

Avrupa kıtasına nazaran Ortadoğu bölgesi daha fazla sayıda savaşlara ev sahipliği yapmıştır. Ne varki bu bölgede halen kutsal barış süreci başlamamıştır. Bunun nedenleri çok açıktır, başka kıtalarda barış güvercini olanlar bu bölgede elinde kılıçla dolaşmaktadırlar. Ancak bu da bir gerçektir ki nerede olursa olsun, esas barış ancak bölge halkları tarafından sağlanabilir. Dış güçlerin rolü etkileyici olsa da temel belirleyici güç bölge halkıdır. Bu nedenle Barışa Yolculuk yapması gereken halk Kürt, Türk, Arap, Fars ve bölgenin diğer halklarıdır.

Kürtler sömürülen bir halk olmasına rağmen barışa doğru yolculukta en fazla fedakarlığı da yapabilmiştir. Savaşın en yoğun yaşandığı 1990’lı yıllarda da bu fedakarca adımların atıldığını, ateşkesin ilan edildiğini biliyoruz. Sayın Abdullah Öcalan’ın Imralı’ya getirildiği süreçte intikam duygularının kabarmasına önemli bir zemin olduğu bir dönemde bile yine Kürt Hareketi tarafından barışçıl kararlar alınmış, gerilla güçleri sınır dışına çıkarılmıştır. Ne var ki Kürtlerin her olumlu adımı Türkiye’deki kimi güçler tarafından sürekli olarak suistimal edilerek, esas olması gereken barışın sağlanması engelenmiştir.

2009 yılının ilk çeyreğiyle beraber, hem Türkiye açısından hem de Kürtler açısından yeni ve sağduyunun biraz hakim olduğu bir sürece girdik. Işte bu noktada karanlık güçler de boş durmayıp, tüm imkanlarını seferber ederek süreci sabote etmeye kalktığını görüyoruz. Özellikle 19 Ekim’de, Mahmur ve Qandil’den gelen Barış Gruplarından sonra söz konusu karanlık odaklar tüm güçleriyle devreye girmişlerdir.

Yeni başlayan sürecin geçmiş dönemlere benzemediğini, benzeyemiyeceğini burada belirtmek istiyorum. Ne pahasına olursa bu süreç devam edecektir. Ve hiç kimse burada galibi veya mağlubu aramamalıdır. Eğer Kürtler Bağımsız bir Kürdistan kurma sloganıyla dağlardan inmiş olsalardı, veya Türk devleti Kürtlere « Siz Kürt değilsiniz, ilahi kendinizi Türk olarak göreceksiniz » demiş olsaydı o zaman galip ve mağlup olacak idi. Ama her ikisi de söz konusu olmadığı, olamayacağı için ortada olsa olsa her iki taraf açısından da « uygun » sayılabilecek bir Barış olacaktır. Dolayısıyla herkesin bu noktada üzerine düşeni yapması gerekmektedir.

Ahmet DERE / 30.10.20098

Türkiye Önemli bir Kavşakta Bulunuyor

Türkiye’nin gündeminde üç temel konu vardır; Kürt Sorunu, Ermenistan ile ilişkiler ve Kıbrıs. Bazen manşetlere ekonomik ve sosyal sorunlarla ilgili konular girse de bunlar temel sorunların önüne geçemiyor.


Kürt Sorunu Türkiye’nin başlıca problemi olduğunu herkes kabul etmektedir. 1993 yılından beri resmi ağızlar tarafından da dile gettirilen bu sorun, son yıllarda inkarı mümkün olmayan bir realite haline gelmiştir. Abdullah Gül’ün başlattığı “açılım” tartışması AKP Hükümeti tarafından da sahiplenilerek, Türkiye’deki tüm çevreler tarafından tartışılmasına rağmen henüz pratikte pek ciddi bir adım atılmış değildir. Adım atılmamasının baş sorumlusu AKP olsa da, bu konuyla ilgili herkesin belli bir düzeyde sorumlu olduğunu da bilmek durumundayız. Önemli görülen tüm sorunların çözümü aşamasında yapılacak en ciddi hata, kendi sorumluluğunu başkalarının zaafiyetiyle izah etmektir.

Türk Devleti gibi bir sistemde Cumhurbaşkanlığı, Hükümet ve Ordu önemli rollere sahip olduklarını biliyoruz. Ancak bu muhalefetin, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kurumlarının hiç etkisi olmadığı anlamına da gelmemelidir. En etkili olan bu üç kurumun adım atması için, özellikle yerel yönetimlerin ve sivil toplum kurumlarının olaya ciddi yaklaşmaları çok çok önemlidir. Maalesef günümüz Türkiye’sinde, bu konuda bir karışıklık ve kaos olarak niteliyebileceğimiz bir durum sözkonusudur. Soyut eleştiri ve değerlendirmelerin yapılmasıyla sonuç alınamayacağını biliyoruz. DTP’nin duruşunu bu çerçeve de değerlendirmemekle birlikte, özellikle pratik çalışmalarıyla, somut öneri geliştirmesi ve perspektif yaratmasıyla sürece yeterince cevap olmadığını belirtmek istiyorum. Gerek siyasi ve sosyal alanlarda olsun gerekse de diplomasi alanında DTP’nin seçilmiş tüm üyelerinin bir seferberlik içerisinde olmaları kaçınılmaz gibi görünmelidir. Populist yaklaşımlarla tarihsel süreçlerin gerektirdiği sorumlulukların kaldırılamayacağını bilmeliyiz.

Dağın görünen tarafına baktığımızda AKP’nin birşeyler yapmak istediğini fakat CHP ve MHP’nin sürekli engel çıkarmaya çalıştıkları görülmektedir. Son günlerde CHP’nin tavrında bir değişiklik görünüyor olsa da bunun nereye kadar gideceği henüz meçhul. MHP’nin faşizan duruşu ise olduğu gibi korunuyor. Bazılarına göre MHP’nin bu tavrı yakında yapılacak olan kongresine kadar sürecek, daha sonra ise yavaş yavaş sesi kısılacaktır. Ama bana göre öyle olmayacaktır, MHP faşizan duruşuyla ayakta kalma mücadelesini stratejisi haline getirecektir. Gerek Kürtler, gerekse de Türkiye’deki demokratik çevreler MHP gibi faşizan bir karektere sahip olan bir partiye karşı daha reel ve daha uzun vadeli bir mücadele azmine sahip olmalıdırlar. Atılacak olan siyasi ve hatta anayasal bazı adımlarla herşey güllü gülistanlık olmayacaktır.

Kürt Sorunu kadar ağır olmasa da Türkiye’nin çözmesi gereken diğer bir sorun da Ermenistan ile iliskiler olduğunu biliyoruz. Spor bahanesiylen de olsa, Abdullah Gül’ün Erivan’a gitmiş olması, geçenlerde de Sarkisyan’ın Türkiye’ye gelmesi sözkonusu sorun ile ilgili yeni bir sürecin kapısını açmıştır. Uzun süreden beri kapalı kapılar arkasında yürütülen müzakerelerin sonucu olarak 10 Ekim günü Zurih’te imzalanan protokol, bu konuda geri dönüşü olmayan bir yola girildiği anlamına gelmektedir. Zira uluslararası güçlerin çıkarları, değişen dünya konjonktürü bu problemin çözümünü gerektirmektedir. Ne Ermeni diasporası bu süreci engelleyebilir ne de aşırı Türk milliyetçileri engelleyici çabalarında başarılı olacaklar. Bu konuda Ermenistan ile Azerbaycan arasında da yeni bir sürecin gelişmesi mümkündür. Izlemek gerekiyor.

Türkiye’nin önünde duran önemli problemlerden biri de Kıbrıs sorunudur. 13 Ekim günü AB Komisyonu Türkiye ile ilgili yıllık raporunu açıklarken Olli Rehn şu açıklamayı yaptı “ Kıbrıs sorunu bahara kadar çözümlenmezse sorun çıkar”. Rehn’in bu açıklaması her iki tarafa’da, aynı zamanda Yunanistan ve Türkiye’ye de bir uyarıdır. Avrupa Birliği Kıbrıs sorununu çözme noktasında son kararını vermiştir. Kim ne derse desin bu problem AB’nin genel çıkarlarına uygun bir şekilde çözülüp rafa kaldırılacaktır. Dolayısıyla Türkiye yavaş yavaş uslubunu değiştirmek zorundadır.

Yazının başlığında da vurguladığım gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli kavşağında bulunmaktadır. Ne Kürt Sorunu, ne Ermenistan ile ilişkiler sorunu ne de Kıbrıs Problemi beraber yaşanılacak durumdadır. Başta ABD ve AB olmak üzere, uluslararası güçlerin ortak çıkarları bu üç noktada da Türkiyeyi karar vermeye mecbur etmektedir.

Ahmet DERE / 17.10.2009

Çözümde Muhatap Gerçekliği

Aylardır Kürt Sorunu ile ilgili çok sıcak tartışmalar yaşanmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi, Kürtlerin yaşadıkları tüm alanlarda da bu gerçeklik sürekli gündemin sıcak konularından biri durumundadır. Bu konunun sürekli canlı tutulması önemlidir ve daha da tartışılmasında fayda vardır elbette. Gerek Türkiye’de gerekse de Kürtlerin bulundukları tüm alanlarda Kürt Sorununa Çözümün enine boyuna tartışılması, samimi olan herkesin katkılarını sunması, negativ değil, daha çok pozitif bir sonuca yol açacağına inanıyorum.


Ancak bu sorunu tartışırken dikkat edilmesi gereken çok önemli hususlar da vardır. Bu hasas süreçten geçerken, özellikle tüm Kürtlerin üzerine düşen sorumluluklar olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Son aylarda Türk medyasının uslübüne bakıldığında ilk bakışta oldukça pozitif bir tablo göze çarpmaktadır. Ancak olumlu gördüğümüz yazarların, aydın ve araştırmacıların görüşlerinin satır aralarına bakıldığında, yansıtılan gerçeklerin sanıldığı gibi olmadığını görebilmekteyiz. Geçmişte olduğu gibi, bugün de Türk medyası kendisine verilen görevleri yerine getirme gayreti içerisindedir. Koşulların değiştiğini dikate alan Türk medyasının merkezi gücü diyebileceğimiz takım, Kürt sorunu konusunda esas aldığı yöntem, geçmişe nazaran biraz daha liberal ve gerçeğe yakın olduğunu söylemekle birlikte, bu takımın içinde olduğu çok ince ayarlanmış bir yaklaşımın sözkonusu olduğunu da unutmamalıyız.

Herşeyden önce « Açılım » süreci kapsamında en fazla üzerinde durulan hususlardan bir tanesi PKK’nin silah bırakmasıdır. Silah bırakması istenen PKK’nin ise hiçbir şekilde muhatap olarak kabul edilmemesi de sık sık dilendirilmektedir. Hatta bununla da yetinmeyip, PKK’ye yakınlığı nedeniyle DTP’nin de muhatap olmadığı bol bol yazıldıktan sonra, bu sorunun sadece devlet tarafından tartışılması ve devletin çizeceği sınırlar çerçevesinde çözüme kavuşturulması gerektiği noktasında ortak bir görüş oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu düşüncenin bir derin devlet projesi olduğunu biliyor ve bu konuda Türk medyası da üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmeye çalıştığını izlemekteyiz.

Bu tartışma ortamında en fazla dikkat çekici olan husus ise çeşitli Kürt çevrelerinin sahip oldukları duruş ve yaklaşımdır. Ne yazıkki 1639 ve 1923’lerde olduğu gibi bugün de kekliği kekliğe avlama tarzı bir politika Kürtlere dayatılmaktadır. Ne yazıkki bu yaklaşım çok ince bir şekilde değişik Kürt çevreleri eliyle geliştirilmektedir. PKK ve DTP’nin muhatap olarak kabul edilmemesi gerektiği yönündeki tartışmalar giderek bizzat Kürtlerin eliyle yapılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bunu yaparken de en fazla dillendirilen kavram ise Demokrasi oluyor. Sözkonusu çevrelerin yaklaşımına bakıldığında insan zanediyorki Ülke kurtarılmış, kendi ayakları üzerinde durabilen bir yönetim oluşmuş da sadece bu yönetimde demokrasi eksikliği vardır da bunun giderilmesine çalışmalıymışız.

Bu süreçte çok ironik bir durum ile de karşı karşıyayız. Bir taraftan, ki ben bunlara marjinal Kürt Entelleri diyorum, PKK ve DTP’nin muhatap olarak kabul edilmemesi gerektiği, bu noktada esas muhatabın « başkaları » olduğu söylenirken, diğer taraftan da bu çözüm sürecinin gelişmesi için PKK ve DTP’ye de bol bol « nasihat » verilmektedir. Bilmem DTP çıtayı çok aşağı düşürüyormuş, falanca gelişmeler yaşanmadan PKK adım atmamalıymış gibi boş sözler bolca yazılmaktadır.

Aklı başında olan her Kürdün bilmesi gereken gerçeklik şudur ; herşeyden önce bu mücadeleyi bugüne getiren güç bellidir, eğer Türkiye devleti bugün bu sorunun « çözümünü » tartışıyorsa bu gücü oluşturan tüm faktörlerin bileşiminden oluşan fedekarlık sayesindedir. Eğer günün birinde bu fedekarlığı yapan güç zayıf düşerse o zaman ortada ne Kürt diye bir olgunun tartışılmasına kimse müsaade eder ne de kimse muhatap arar. Dolayısıyla kimse ultra hayallere kapılmamalı, gidemiyeceği yere billet kesmemelidir.

Çok önemli gördüğümüz bu süreçte, kendisinde çok az da olsa güç hiseden her Kürt mantıklı düşünmeli, konuşmalı, yazmalı ve ona göre de pratik adım atmalıdır. Aksi halde « derin devlet » dediğimiz kliğin hizmetine girmiş olmaktan kurtulamayız. Hiçbir onurlu Kürt böylesi bir tabloyu istememektedir.

Ahmet DERE / 01.10.2009

Sancılı bir Süreçten Geçiyoruz

Türkiye ciddi bir dönemi yaşamaktadır. Cumhuriyet tarihinde ilk defadır bu şekilde, kerhen de olsa, « demokratik » bazı tartışma ortamlarına karşı tahamul edilmektedir. Ben şahsen yaşanan bu düzeyi önemsiyorum.


Sadece Türkiye değil, biz Kürtler açısından da çok önemli bir süreç yaşanmaktadır. Tüm boyutlarıyla sürece baktığımızda herkes açısından aynı zamanda sancılı bir süreç anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla tüm tarafların sürece ciddi yaklaşmaları gerektiği gibi, olmazsa olmaz kabilinde bir zorunluluktur. Bunu görmeyen ve ona göre bir duruş sahibi olmayan taraf kaybeden taraf olacağını, aklı selim olan herkes bilmektedir.

Bazı çevrelerin analizlerine göre bu süreç daha çok AKP’nin cesareti sonucu başlanmıştır. Türkiye gerçekliğini bilenler bu analizlere katılacaklarını tahmin etmiyorum. Varolan düzey AKP’nin cesareti veya demokratikliğiyle alakalı değildir. Yaşanan durum olması kaçınılmaz olan bir gerçekliğin kendisi olup, Kürt halkının mücadelesi sonucudur.

Son bir haftadir Türkiye’de yaşanan sel felaketine rağmen, ister adına Kürt Açılımı, isterse de Demokratik Açılım densin, pozitif ve negatif yönleri içiçe olan tartışmalarda ciddi bir aksama görülmemektedir. Öyle zanediyorum saflar giderek netleşmeye doğru evrilmektedir. Gerek devlet ve hükümet katında olsun gerekse de siyasi partiler ve sivil toplum kurumları tarafından sorunun çözümüne yönelik görüşler daha iyi anlaşılır hale gelmektedir. Ortaya çıkan tablo biz Kürtler açısından oldukça dikkate alınması ve ona göre de sağlıklı duruş sahibi olmamızı gerektirdiğini tekrar bellirtmek istiyorum.

Herşeyden önce Türk devleti, hükümeti ve diğer kurumlarıyla beraber, Kürt Sorunu’nun varlığını, istemiyerek de olsa, idrak etme noktasına gelmiş bulunmaktadır. Her ne kadar generaller halen de « bir terörist kalana kadar savaşımız devam edecek » diyerek bazı çevrelere sunni moral veriyor olsalar da, kendileri de buna inanmamaktadırlar. Bu sözleri Devlet Bahçeli söylemiş olsaydı-ki elinde gelse değil bir gerillayı, bir Kürt kalana kadar rahat durmayacağına dair and içmektedir- ben farklı değerlendirebilirdim. Zira Devlet Bahçeli gerilla ile nasıl mücadele edildiğini, 25 yıldır ordunun ne gibi kabusları yaşadığını bilmemektedir. Ama bir general farklıdır, ordunun neyi yaşadığını çok iyi bilendir. Bu nedenle O ifade ettiği sözlerine inanarak konuştuğunu düşünmüyorüm. Yıllardan beridir dışarıdan takip ettiğim Türk ordusu, mevcut durumda çok zor bir süreci yaşamaktadır. Darbeci geleneği olan bu ordunun vesayetten vazgeçmesi, Avrupa’da gördüğümüz ordular gibi, sadece kışlada görevini icra etme noktasına gelmesi kolay kolay idrak edilecek birşey değildir. Ancak onun durduğu nokta -ki çok sancılı bir durumdadır- yani Kürt Sorunu’nun silahla çözülemiyeceğini anlamış olması ve bunu açık bir dille ifade etmiş olması da kendi başına bir gelişme olarak görülmelidir.

MHP ve CHP’ye nazaran AKP ve ordu çözüme daha yakın bir yerde durmaktadırlar. Orduya nazaran da AKP’nin biraz daha fazla çözüme yakın duruyor olmasını da bellirterek bunun doğal olduğu da bilinmektedir. Fakat öyle zanedildiği bigi Kürt Sorunu’nu çözme, Türkiye’yi demokratikleştirme noktasında AKP’nin çok ciddi bir iradeye sahip olduğunu düşünmüyorüm. Devlete rağmen Erdoğan ve Abdullah Gül’ün demokratikleşme noktasında o kadar da cesaretli olmadıklarını biliyorum.

Süreçten umutluyum, çünkü, başta Kürtler olmak üzere, Türkiye’de verilen mücadele olumlu gelişmelerin yaşanmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu sürecin olumlu yönde evrilmesini istiyen herkesin gelinen noktada payı vardır. Payı olmayanlar ise, geçmişte olduğu gibi bugün de elinden geleni yapıp engel teşkil etmektedirler.

Bu önemli süreçte DTP’ye karşı yapılan operasyonlar sıradan bir plan olmayıp oldukça örgütlü olduğunu bilmekte fayda vardır. Atılması kaçınılmaz hale gelmiş olan ‘demokratikleşme adımları’nın muhatapsız kılınması için devlet ve AKP ikilisi elinden geleni yapmaktadır. Kriminalize edilmiş olan bir DTP’nin meşru zeminlerde muhatap kabul edilmemesi için hem ulusal ve hemde uluslararası alanda zemin hazırlanmaktadır. Bu çerçeve de bakıldığında gerillaya karşı yürütülen operasyonların da devletin temel planı dışında olmamaktadır. Bu nedenle süreç hem önemli ve hem de sancılı ve aynı zamanda da tehlikelidir.

Uzun bir süreden beridir, gerek Kürt kamuoyu tarafından olsun gerekse de Türkiye’deki çoğu çevreler tarafından, açıklanması beklenen Abdullah Öcalan’ın yol haritası absurd nedenlerle dışarı verilmemektedir. Kaldıki bugün tartışılmakta olan « Demokratikleşme Süreci » Öcalan’ın olumlu yöndeki mesajlarından sonra başlamıştır. Fakat Türk devleti, sayın Öcalan şahsında Kürt halkını sürecin dışında tutmada ısrarlı davranmaktadır. Devletin bu yaklaşımı süreci daha fazla uzattığını, maalesef acıları da artırmaktadır. Son günlerde yaşanan çatışmalar bunu çok iyi göstermektedir.

Bu çirkin oyunlara Avrupa’nın da ortak yapılacağına dair işaretler vardır. Yaz tatilinden sonra tekrar çalışmalarına başlayan AB kurumlarının somut yaklaşımları yakında daha iyi açığa çıkacaktır. Bundan sonra AB kurumlarının iyi takip edilmesi gerekiyor.

Her ne kadar Kürt Sorunu Türkiye sınırları dahilinde makul bir çözüme kavuşması arzu edilse de, gerek ABD gerekse de AB’nin bu noktada etkileri inkar edilemez. Dolayısıyla Erdoğan’ın yakında Amerika’ya yapacağı gezi de bu konuda önem arzetmektedir.

Ahmet DERE / 14.09.2009

Açılımda Aşılmamı Yaşanıyor ?

Abdullah Gül’ün « iyi şeyler olacak » sözüyle başladığı söylenen süreç devam ederken AKP’nin tavır ve üslubünde de yavaş yavaş netleşme gerçekleşiyor. Başta Kürt Açılımı dendi, son günlerde giderek Demokratik Açılım kavramı daha fazla kulanılır hale geldi, önümüzdeki günlerde de kim bilir, belki de bu girişime « Türkiye için Birlik Açılımı » adını takacaklar.


2000 yıllarından beri ben sık sık çözüm sürecinden söz ediyorum. Ve Kürt Özgürlük Mücadelesinin çözümü kaçınılmaz olduğunu, er veya geç bunun sağlanacağını defalarca yazmış biriyim. Dolayısıyla son aylarda yaşanan tartışma sürecinin geciktiğini, ancak buna rağmen yapılması gereken bir zorunluluk olduğuna hep inandım. Gerek devlet ve gerek se de AKP içinde de çoğu çevrelerin bu noktada ikna olduklarına inanıyorum. Kürt cephesinin bu konudaki yaklaşımı biliniyor, bunu tekrarlamaya gerek yoktur.

Kürt Açılımı denilerek yapılan temaslar geniş çevreler tarafından ilgiyle karşılanmış, Türkiye’deki solcular tarafından bile AKP’nin yaklaşımı takdir edilmiştir. Bu süreç halen devam etmekle birlikte, yavaş yavaş değişen tavırlar ve üslube yansıyan niyet, başta Kürtlerde olmak üzere, eğer böyle devam ederse, giderek iyi niyetli geniş bir çevre tarafından kuşkuyla bakılacak bir pilitik oyun haline gelebilir. Henüz vakit erken iken AKP’nin kendi yaklaşımını gözden geçirerek, gerçekten “iyi şeyler olacak” sözüne uygun bir duruşa sahip olması gerekiyor. Bu noktada hiç kimsenin zamanı boşa harcama lüksü yoktur, olmamalıdır.

Açılımda yaşanan aşılmaya bağlı olarak, son süreçte Abdullah Öcalan’a ilişkin de giderek negatif üslubün öne çıktığını gözlemlemekteyiz. Halbuki bu sürecin esas tetikleyicisi Öcalan’ın kendisi olmuştur. Abdullah Gül “iyi şeyler olacak” demeden önce Öcalan Yol Haritasından sözetmiş, en geç 2009 yılının Ağustos ayında kendi projesini açıklıyacağını beyan etmişti. Herkesin malumudurki Öcalan’ın tüm çabaları ve yaptığı açıklamaları Barış ve Kardeşlik taşlarıyla örülü olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri de bunu yakından takip ediyorlardır. Bu nedenle Abdullah Gül’ün başlangıçtaki beyanını vermede Sayın Öcalan’ın yaklaşımı etkili olmuştur demek yanlış değildir.

15 Ağustos ile ilgili kamuoyunda oluşan beklentilerin devlet tarafından yaratılmaya çalışılan engeller giderek daha bellirgin hale gelmektedir. Dün (19 Ağustos) Avukatların Öcalan ile görüşü engelendi, yarın görüşmenin yapılıp yapılmıyacağı henüz belli değil. Türk basınından takip ettiğimiz kadarıyla devletin bu noktadaki engeleyici yaklaşımı devam ediyor. Bence bu ciddi bir sorun ve süreci sabote etmeye doğru da götürebilir.

Muhataplık konusu çok ciddi bir sorun teşkil etmemelidir diye düşünüyorüm. Daha önce Abdullah Öcalan da bu noktada bazı bellirlemeler yapmıştı ve halen de geçerlidir. Yani önemli olan Türk devletinin bu sorunu çözmede samimi olmasıdır, DTP dışında, Eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün de dediği gibi, bir Akil adamlar komitesi oluşabilir ve onlar da sorunun muhatapları olabilirler. Burada önemli olan çözülmesi esas alınacak olan sorunun gerçekten tanınmasıdır. Muhataplık konusu sorunun çözümünde etkileyici rol oynayabilir. Ve bu nedenle diyorumki, eğer bu sorun daha rahat ve akıllıca çözümlenmek isteniyorsa Abdullah Öcalan’ın katkısı alınmalıdır. Böylesi bir yaklaşım Türk kamuoyunun belli bir kesiminde tahatsızlık yaratabilir ama Kürt kamuoyunun ve özellikle de Kürt Hareketinin önemli desteğini de kazanır.

Son günlerde devlet ekseninde bulunan kimi çevrelerde sorunu çarpıtma gibi, Kürtlerin tepkisini çekme gibi kavramlar kulanılmaktadır. Her şeye rağmen, adına Kürt Açılımı veya Demokratîk Açılım denilen sürecin de ilerlediğini görmekteyim. Kamuoyunun tavrında da olumlu yönde bir gelişme olduğunu görüyorüz. Sabote edici sözlerden kaçınılırsa, bence de bu tarihi bir süreçtir, salt Kürt sorunu açısından değil, aynı zamanda Türkiye’nin geneli için de heba edilmemesi gerekmektedir.

Gerek Kürt olsun gerekse de Türk olsun, bu sürece tüm tarafların sağduyulu yaklaşması bir görevdir. DTP’nin de bu konuda dikkat etmesi gereken hususlar vardır elbette. En fazla politik duyarlılığın olması gereken ve oyunlara gelmemek için hasasiyetin gösterilmesi gereken bir süreçten geçiyoruz. Umarım olumlu yönde atılan adımlar heba olmaz ve daha nice yıllar kaybedilmiyecektir.

Ahmet DERE / 20.08.2009