29 Temmuz 2011 Cuma

Gündem

Temmuz ayı boyunca Türkiye’deki gündemin ana konularından bir tanesi ; CHP’nin yemin etmemesi, BDP’nin ise TBMM’yi boykot eylemi oluşturdu. CHP’nin eylemi, AKP’nin kandırmaca mutabakat metni sayesinde 11 Temmuz günü son bulurken, BDP’nin eylemi ise halen devam ediyor. Abdullah Öcalan’ın “Meclise dönün” anlamındaki telkinine rağmen, BDP’nin tavrı henüz kesin bir netlik kazanmamıştır. Van’daki BDP kampından yapılan açıklamalara göre, eğer AKP ile belli bir mutabakat sağlanamazsa bile, Yeni Anayasa çalışmalarına katılmak üzere BDP milletvekilleri TBMM’ye dönerek yemin edeceklerdir. Umarım öyle olacaktır ve TBMM’de doğru bir çaba içerisine gireceklerdir.
Daha önceki yazımda, BDP milletvekilerinin TBMM’ye dönmeleri gerektiğini belirtiğimde, şüphesiz TBMM’nin kutsal bir yer olduğunu düşündüğüm için değildir, veya TBMM olmadan birşeyler olamaz diye bir düşüncem olduğu için değildir, sadece seçilen milletvekilerinin misyonu TBMM’de çalışmak olduğunu, ancak orada mücadele ederek seçmenlerin talebine cevap olabileceklerini bildiğim içindir. BDP’nin Van kampında şekilenen yaklaşımı, gecikmeli de olsa, gelecek için sağlıklı bir yol çizmiştir. Bugünden sonra AKP’nin BDP ile mutabakat imzalamasını da beklememek lazım, BDP’nin o konuda ısrarlı olması anlamsız olacaktır.

Gündemde sık sık tartışılan hususlardan bir tanesdi de ; BDP ile PKK arasındaki mesafe ve hatta organik bağdır. Bana göre artık bazı tabuların herkes tarafından yıkılması gerekir. Doğru olan lafı evelemeden, gevelemeden direkt telafüz edilmesi zamanı gelmiş, geçiyor. Ne kadar gizlenmeye çalışılsa da Türkiye’de yaşayan herkes tarafından biliniyorki PKK ve onun yarattığı taban olmazsa BDP ne kimseden oy alabilir, nede yaşayabilir. Bazıları BDP’nin PKK üzerinde etki yaratarak bazı şeylerin yapılmasını istemektedirler, bu yaklaşım da tamamen absurd ve saçmadır. Dolayısıyla BDP’lilerin de, hiç çekinmeden gerçekleri açık açık söyleyerek hem kendilerini hemde PKK’yi savunabilmelidirler. Türkiye yönetimi ve kamuoyu da artık gerçek olarak bildikleri noktaların açık açık söylenmesine tahamül etmesi gerekmektedir.

BDP’nin TBMM’yi boykot etme eylemi henüz sonuçlanmamışken, Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz günü Demokratik Özerklik ilan ettiğine tanık olduk. DTK’nin bu girişimi, BDP milletvekillerinin TBMM’ye döndükten sonraki süreçte sonuç alıcı bir çalışma yürütmelerini zorlaştıracağını düşünüyorum. Zira, ilk günden beri hem AKP, hem MHP ve hemde CHP  ilan edilen Demokratik Özerkliğe karşı olduklarını deklare ettiler. Bu partilerin hakim oldukları bir Mecliste BDP’lilerin nasıl davranacaklarını düşünmek bile zordur. Bu nedenle oldukça kaotik bir sürecin BDP ve AKP hükümetini, yine bilcümle TBMM’yi beklediğini söyleyebiliriz.

Seçimlerden sonraki boykotlar süreci devam ederken, birden Futbolda Şike Operasyonu patlak verdi. Türkiye’nin önde gelen takımlarından olan Fenerbahçe Klübü Başkanı Aziz Yıldırım ve tanınmış bazı futbolcuların gözaltına alınması tüm ülkenin ana gündem maddesi haline geldi. Planlı olarak bu sürece denk getirilen Şike Operasyonu, Temmuz ayı boyunca televizyonların ana haber bültenlerinin başlıca konusu oldu. Şike olayının ne kadar gerçek olduğunu bilemiyoruz ama halen de sıcaklıgını korumakta ve Türkiye spor tarihinde çok önemli bir yere sahip olmuştur.

Futbolda Şike Operasyonunun sıcaklığı daha da arttığı bir dönemde, bu sefer Silvan olayı gündeme giriverdi. Sanki yıllardan beridir Kürdistan’da bir savaş yaşanmıyormuş da ve binlerce insan hayatını kaybetmemiş de, sadece Silvan’da bu olay meydana gelmiştir biçiminde garip yaklaşımlar sergilendi, siyasi demeçler verildi. Halbuki, 1984 yılından beri Silvan olayına benzer ve hatta ondan çok daha kapsamlı yüzlerce ve hatta binlerce çatışma yaşanmıştır. Ne yazikki bugün siyasi demeç veren çıkarcı parti yöneticileri, 27 yıldır yaşanan bu savaşı ve kaotik durumu ranta dönüştürerek kendi varlıklarını sürdürmektedirler. Yitirilen canlar, dağılan aileler onların umurunda olmamıştır. Bakalım AKP’nin bu üçüncü iktidarı Türkiye’nin kanayan yarası olan Kürt Sorununa nasıl bir derman bulacaktır.

Türkiye’deki gündemin nesnel temeli olan olaylarla ilgili tartışma sesleri birbirine karışırken, bu sefer Batı Avrupa’da, Norveç’in Oslo kentinde büyük bir patlama ve Oslo’ya 30 km uzaklıktaki Ütoya adasında da bir katliam yaşandı. Resmi rakamlara göre toplam 76 kişinin hayatını kaybetmiştir. Avrupa’nın en sakin ve refah düzeyinin yüksek olduğu söylenen ülkesi olan Norveç’te meydana gelen bu olay, AB içinde de “aşırı milliyetçilik ve ırkçılık” tartışmaları gündemin temel maddesi haline getirdi. Şimdiye kadar Avrupa kıtasının yöneticileri potansiyel tehlike olarak “fanatik islami örgütlenmeleri” görürken, bundan sonra bu değerlendirme değişmek zorundadır ve Avrupa kendini de gözden geçirmek durumundadır.

Ahmet DERE  /  29.07.2011

3 Temmuz 2011 Pazar

BDP ve Siyasi Sorumluluk

Sorumluluğu en ağır olanlar, şüphesiz siyasetle uğraşanlardır. Dolayısıyla, siyasette sorumluluğu hafife almak, veya fazla ciddiye almayanlar bedelini de ağır öderler. Siyasi sorumluk aynı zamanda kendini iyi tanımayı ve gücünün çok iyi farkında olmayı da gerektirir. Sorumluluğunu bilen ve onun farkında olan siyasetçiler, ne zaman ve nerede adım atacağını da iyi tespit edebilenlerdir.

Bu kısa belirlemeden sonra, sürecin görevlerine ve BDP’nin siyasi sorumluluğuna değinmekte fayda vardır ;

Herşeyden önce, gerek Hatip Dicle’ye yönelik YSK’nin kararına ilişkin olsun, gerekse de mahkemelerin diğer 5 bağımsız milletvekiline ilişkin aldıkları kararlara karşı olsun, BDP öncülüğündeki bağımsızların TBMM’yi boykot kararı isabetli olduğunu belirtmek lazım. TBMM tarihinde belki de ilk defadır milletvekillerine karşı bu şekilde bir anti-demokratik yaklaşım sergilenmektedir. Gerek mahkemelerin, gerekse de YSK’nin yaklaşımı tamamen BDP’ye ve onun şahsında da Kürtlere karşı olduğunu da vurgulamak lazım. CHP ve MHP’nin halen tutuklu olan 3 milletvekilinin bırakılmaması, BDP’li milletvekillerine karşı takınılan tavırın etkisiyle olduğunun altını da çizmek gerekir. Eğer söz konusu 6 BDP milletvekilleri yerine başkaları seçimlere katılmış olsaydı (mahkemelik herhangi bir durumları olmayanlar olsaydı) hem CHP’li Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay, ve hemde MHP’li Engin Alan seçimlerden hemen sonra bırakılmış olurlardı.

BDP’nin Meclisi boykot etme kararı ne kadar doğru ve anlaşılır olsa, CHP’nin Meclisi boykot etme kararı ise o kadar muğlak ve anlaşılmazdır. Baykal dönemindeki CHP açıktan Ergenekon sanıklarının avukatlığını yaptığını hepimiz biliyoruz, şimdiki CHP’nin tavrı da aynı siyasetin devamıdır. CHP’nin hem boykot nedeni, hemde boykota olan yaklaşımı ciddi olmamaktadır, ne yapacağını da bilmemektedir. Bu noktadan bakıldığında CHP’nin yönetim kademesindeki siyasi sorumluluğun pek zayıf olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.

Yükarıda belirtiğim gibi, BDP’nin şimdiye kadar takınmış olduğu tavır doğru ve yerinde olmuştur. Şimdiye kadarki tavır ne kadar doğru ve yerinde ise, bu yaklaşımın bundan sonra daha da devam etmesi de o kadar yanlış olacağını düşünüyorum. Bazen sembolik bir hareket, ki yerinde ve zamanında yapılmış ise, çok gürültülü ve kitlesel olarak da büyük eylemlerden daha fazla etkili olabilmektedir. 1991 yılında Hatip ve Leyla’nın yemin törenindeki tavırlarının etkisi günümüze kadar hisedilmektedir. Bildiğimiz gibi bu arkadaşların eylemleri, birkaç dakkika içerisinde sarfedilen birer cümleliktir. Seçilen zaman, yer ve sözcükler çok isabetli olmuştur.

BDP’nin şimdiye kadar sürdürdüğü boykot eylemi amacına ulaşmamış olsa da, gereken etkiyi yaratmıştır. Bundan sonra boykotun sürdürülmesinde pek yarar olacağını düşünmüyorum. Eğer TBMM siyaset yapma arenası olarak biliniyorsa, ki öyle olmasaydı o kadar çaba sarfedip seçimlere girilmezdi, o zaman 25 kişilik bir grupla da olsa o arenayı iyi kulanmak gerekiyor. Cesaretli ve aynı zamanda da doğru bir siyasi sorumlulukla hareket edilirse, AKP’yi Mecliste daha fazla zorlamak mümkündür. Gerilla ile devlet güçleri arasında yaşanan ve giderek daha da şiddetleneceği mühtemel olan çatışmaların yaşandığı bu dönemde TBMM alanının boş bırakılmaması gerekiyor. Böylesi bir dönemde meclis arenasının boş bırakılmış olması demek, etkin siyaset alanının tamamen AKP ve MHP’ye terkedilmiş olması demektir. Bu iki partinin, dolaylı da olsa, itifak yapması ne Kürt Sorununa bir çözümü geliştirebilir nede Türkiye’nin demokratikleşmesini.

Bazıları BDP’den TBMM’yi tamamen boykot etmesini bekleyip, Amed’de Özerk Kürdistan Meclisini kurma beklentisinde olabilirler. Siyasi sorumluluğu olmayanlar açısından böylesi bir beklenti bir ruya kadar kolaydır. Ancak sorumluluk altında olanlar öyle davranamazlar, gerçekçi olmak durumundadırlar. Yaşanan seçim sürecinde halka verilen vaatler; ilgili adaylar seçildikleri takdirde gidip TBMM’de etkin bir şekilde siyaset yapıp, hem Kürt Sorununa makul bir çözümün gelişmesi için ve hemde Türkiye’nin demokratikleşmesi için çalışacakları noktasında olduğunu hepimiz biliyoruz. TBMM’yi boykot etmekle seçim sürecinde verilen hiçbir vaat yerine getirilemez. Bu durum hem AKP ve hemde MHP’nin tam da istedikleri bir sonuç değilmidir ? Bana göre mevcüt durumdan söz konusu her iki parti de memnündür.

Türkiye kamuoyunun önemli bir kesimi Hatip Dicle’nin haksızlığa uğradığı, cezaevlerindeki milletvekillerinin haksız bir şekilde tutulduklarına ilişkin geniş bir kamuoyunun oluştuğu bu dönemde, eğer BDP gurubu üzerine düşeni yaparsa, hem bir ara seçim sürecine yol açabilir ve hemde tutuklu olan milletvekillerinin serbest bırakılmalarını sağlayabilir. Kılıçdaroğlu’nun Sosyalist İnternasyonal’de lobi yapmasıyla, bilmem Avrupa Parlamentosu veya Avrupa Konseyi’nde benzer çalışmalar yapmakla en fazla içi boş bazı açıklamalar yaptırılabilir, onun ötesinde bir şeyin çıkmasını düşünmemek gerekir. Hatta, bugünki AB ülkelerinde Türkiye’nin mevcüt durumu bıyık altında gülmekle karşılandığını da tahmin etmek zor değildir. Zira, Türkiye’nin anti-demokratik uygulamaları, Türkiye-AB sürecine karşı olanların işine gelip, zamanı geldiğinde kulanabilecekleri bir araçtır.

Genel olarak Türkiye’deki Kürt nüfüsü oranına bakıldığında, 36 milletvekili az görülebilir, fakat geçmiş sürece ve Türkiye’nin gerçekliğine bakıldığında hiç de küçümsenecek bir sonuç değildir. Dolayısıyla yakalanan bu önemli moment ve imkanın çok doğru bir siyasi sorumlulukla değerlendirilmesi kaçınılmazdır. BDP yetkilileri ve yine Kürt Özgürlük Hareketi bu noktada tarihi bir görevle karşı karşıyadır.

Ahmet DERE / 03.07.2011