26 Aralık 2013 Perşembe

Yolsuzluk Operasyonları ve Kürt Sorunu


2002 yılında AKP kurulduğunda Fettulah Gülen Cemaatinin aktif desteğini aldığını, siyasetle biraz da olsa alakadar olan herkes biliyor. 11 yıldır AKP ile Cemaat ortaklaşa Türkiye’yi yönettiler. Yer yer sorun yaşamış olsalar da genelde bir uzlaşı içerisinde günümüze kadar geldiler.

AKP iktidara gelir gelmez yavaş yavaş kendini kurumlaştırmaya gayret gösterdi. İlk yıllarda Cemaate pek farkettirmeden ondan bağımsız bir güç olmaya çalıştı. Bir taraftan ABD’de yaşayan lideri Gülen’e tekmil verirken, diğer taraftan da onun gücünden faydalanarak kendi has gücünü örgütlemeye çalıştı. Bir yandan Cemaatin siyasi yaklaşımını esas alırken, diğer taraftan da Türkiye toplumunun ihtiyaçlarını gözeterek pragmatist politikaları yürürlüğe koydu. Cemaatin de yaklaşımına çok ters düşmeyen bir çizgiyi gözeterek, bir taraftan milliyetçilere yaklaşırken, diğer taraftan da Kürt Sorunu ile ilgili sözde olumlu adımları atmaya çalıştı.

Cemaatin de bu noktada farklı bir durumu olmamıştır. Bir taraftan AKP’ye güven veren bir yaklaşım sergilerken, diğer taraftan da AKP’den gelebilecek tehlikelere karşı devlet içinde örgütlülüğünü pekiştirdi. Kendi çıkarlarına ters düşen konularda AKP’yi dizginlemeye gayret gösterdi.

AKP ile Cemaat arasındaki gizli güvensizlik durumu 2013 yılında yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. AKP yeterince güçlenmiş olduğunu, Cemaate rağmen iktidarda kalabileceğini düşünerek ona ve Philadelphia’daki liderine itaat etmeyeceğinin işaretlerini vermeye başladı. Temel ideolojik konularda Cemaate tars düşmeyen AKP, taktiksel noktalarda onun çıkarlarına pek uygun olmayan adımları atmaya başladı. Kürt Sorunu ile ilgili bazı adımlar, örneğin Oslo, İmralı görüşmeleri ve genel olarak ‘Demokratikleşme ve Çözüm Süreci’ 17 Aralık operasyonlarına kadar götüren adımların önünü açmıştır.

AKP ile Cemaat arasında yaşanan çatışmaların temel nedeninin Kürt Sorunu ile birebir alakalı olduğunu bellirtmekte yarar görüyorum. Kamuoyuna açık bir şekilde yaşanan tartışmalı çatışma süreci dershanelerle başlamış gibi görülse de esas neden Kürt Sorunu olmuştur.

2014 yılında yapılacak olan yerel seçimler ve 2015 yılında da Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler AKP’nin Cemaate karşı üstünlüğünü ilan etmede önemli aşamalar olarak görülmüştür. Bu seçimlerde hem miliyetçi çevrelerden ve hemde Kürtlerden oy almak için AKP liderliği özel bir konsept oluşturmuştur. BDP yetkililerinin İmralı’ya gitmelerine izin verilmesi ve Mesut Barzani ile Şıvan’ın Amed’e çağırılması da bu konseptin birer parçasıdır. Bunlar yapılırken Cemaat tarafından bir karşı hamlenin yapılacağı AKP tarafından biliniyor olmaması mümkün değildir.

Burada esas olarak üzerinde durmak istediğim husus şudur;  17 Aralık’ta başlayan sürecin esas hedefi Kürt Sorununa çözüm bulma arayışlarını engelemeye dönüktür. Bu durum hem AKP ve hem de Cemaatin işine gelmektedir. Mevcut durumuyle her iki güç arasında bir çatışma vardır ancak Kürt Sorunu ile alakalı olarak bu süreç her ikisinin de işine geldiğini bilmemiz lazım. Zira ne AKP ne de Cemaat kanayan bu yarayı tedavi etme arzusunda değildirler. Dolayısıyla yine olması amaçlanan Kürtlerin zararıdır.

AKP yetkilileri şimdiden “Yapılan operasyonlar Oslo ve Çözüm Sürecidir” diyerek Kürtlere seçim mesajlarını vermektedirler. Yani şu demek isteniyor; eğer Kürtler bize oy vermeseler o zaman Çözüm Süreci geliştirilemez. Kürtlerin kendi partilerine değil de AKP’ye oy vermeleri Cemaatin de işine geldiğini biliyoruz. Bu noktada AKP ve Cemaat ayırımı yapılmamalıdır.

Yaşanan bu süreç karşısında Kürtlerin, özellikle de BDP’nin çok dikkatli ve politik davranması elzemdir. Ne Cemaate ne de AKP’ye karşı veya yana bir duruşun yanlış olacağını ve sonucun ağır olacağını bellirtmek istiyorum. Fakat böylesi bir süreçte hiç birşeyin yapılmaması ve ‘bekleyip görelim’ gibi yaklaşımların da yerinde olmayacağını bilmek lazım. Dolayısıyla en fazla aktif siyaset yapılması gereken bir dönemdeyiz.

2013 yılı için ‘son yılların en ‘sakin’ bir yılıni geride bıraktık’ derken çok çetin geçeceğe benzer bir 2014’e giriyoruz. Buna rağmen yine de içimden herkesin yeni yılını kutlamak geliyor.

Sersala we pîroz be.

Ahmet DERE  /  26. 12. 2014

19 Kasım 2013 Salı

Amed Buluşması

Geçen haftadan beri Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan ile Güney Kürdistan Başkanı Mesut Barzanî’nin Amed’de buluşmaları gündemi meşgül etmektedir. Sözkonusu bu buluşma daha uzun bir süre gündemimizi meşgül edecektir, etmeye de değer bir mühtevaya sahiptir.

Tayip Erdoğan’ın daha önce de defalarca  Amed’de gittiğini gördük ancak bu sefer ki gidişi Sayın Mesut Barzanî sayesinde daha farklı olmuştur ; Amed halkı tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmış, yuhalanma yerine alkışlanmıştır. AKP’nin Kürtlerle ilgili yeni yaklaşımı devam ederse hem Türkiye için hem de Kürtler için olumlu bir sürecin evrilmesine yol açabilir. Yok eğer geçmişte olduğu gibi yine takkiyeci yaklaşırsa o zaman, başta Amed halkı olmak üzere, Kürtlerin tokatını yiyeceğinden şüphe etmemek gerek. Bugün alkışlanan Tayip Erdoğan o zaman Amed’e girmekte zorlanabilir. Bu nedenle Amed Buluşması AKP için bir dönüm noktası olabilmelidir.

Amed Buluşması’na BDP’nin de katkı sunması önemlidir. Sayın Öcalan’ın yaklaşımına uygun olarak davranan BDP Kürt Sorununa Çözüm Sürecine katkı sunmuştur. Protestocu davranmak yerine diyaloğa açık olmak, karşı tarafı uzaklaştırmak yerine onu çözümleyici olmaya  davet etmek günün  ihtiyacına uygundur. Dolayısıyla BDP’den çok sayıda milletvekilinin Amed’de bulunmuş olması ve hem Tayip Erdoğan’ı hem de Mesut Barzanî’yi karşılaması olgun bir siyasi yaklaşım olmuştur. Umarım bundan böyle BDP sürekli olgun ve aynı zamanda oyunlara da gelmeyen bir siyaseti izleyecektir.

Güney Kürdistan’ın PYD’ye olan yaklaşımı KDP’nin Rojava’ya ilişkin izlediği siyasetin aynası olarak görülmemelidir diye düşünüyorum. Rojava’da PYD dışında başka Kürt örgütlerinin de olduğunu ve o parçada çeşitli çelişkilerin yaşandığını bilmek gerekiyor. Özellikle Güney KDP’sine yakın bir siyasi çizgide olan PDK-Suriyê ile PYD arasında ciddi sıkıntılar vardır. Zanediyorum ki PYD ile KDP-Suriyê arasında varolan çelişkiler Güney Kürdistan Yönetimi üzerinde olumsuz etki yaratmıştır. PYD’nin Esad rejimine olan muğlak yaklaşımı da buna eklenince ortaya istemediğimiz bir tablo çıkmaktadır. Önümüzdeki süreçte varolan sorunların karşılıklı tartışılarak bir çözüme kavuşacağını tahmin etmek zor değildir. Aksi halde Kürtlerin Birliğini istemeyen güçlerin değirmenine su taşınmış olacaktır.

Amed Buluşması’ndan önce ve sonra bazı kürt çevreler elinden geldiğince anti propaganda yaptılar. Şıvan Perwer ve İbrahim Tatlıses’in bu buluşmaya katılmalarını da çok olumsuz bir davranış olarak değerlendirenler oldu. Halen de sözkonusu buluşmayı bir komplo olarak gören Kürtler vardır. Bu yaklaşıma sahip olan Kürtler ile MHP ve CHP aynı cephede yer aldıklarını görüyoruz. Ben AKP’nin çok samimi olduğuna inanan biri değilim ancak siyasetten Amed Buluşması gibi adımlara karşı çıkılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Dolayısıyla olumlu bir adım olarak görüyorum.

Amed Buluşması’ndan önce BDP’den yapılan kimi açıklamalar aynı gün bir protesto eyleminin yapılacağına dair işaretler veriyordu. Fakat öyle olmadı, aklıselim üstün geldi ve olması gerektiği gibi bir yaklaşım gösterildi. Elbette bunda sayın Öcalan’ın yaklaşımı ve Kandil’in verdiği perspektiflerin önemli bir etkisi olmuştur. BDP’nin kendi başına geliştirdiği bir yaklaşım değildir.

Önümüzdeki süreçte Sayın Öcalan’ın Amed Buluşması ile alakalı olarak olumlu değerlendirmeler yapacağını biliyorum. Geçen yıldan beri İmralı’dan yapılan açıklamalara bakılırsa hem Tayip Erdoğan’ın hem de Mesut Barzanî’nin Amed’de söyledikleri ‘takdir’le karşılanacağını şimdiden görüyorum. Umarım bugün elleştirenler o zaman U dönüşü yapmayacaklar.

Amed Buluşması ile ilgili ne düşündüğümü soran arkadaşlar vardır. Yukarıda belirtiklerimden de anlaşıldığı gibi önümüzdeki sürecin zor ama olumlu sonuçları doğuracak bir rotada olduğunu görüyorum. Herşeye negatif bakmaktansa daha realist düşünmek en doğrusudur.

Ahmet Gülabi DERE  /  19.11.2013

31 Ekim 2013 Perşembe

Türkiye-AB Süreci ve Kürt Sorunu

Türkiye’nin AB yolculuğu 1960’lı yıllara dayanmakla birlikte, esas olarak 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan müzakere süreciyle ciddi anlamda gündeme girmiştir. Bu süreç üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen henüz ciddi bir gelişmenin yaşandığını söyleyemeyiz. Her nekadar sık sık ‘ne Türkiye’nin AB’den vazgeçebileceğini, ne de AB’nin Türkiye’den vazgeçeceğini söylemek mümkün değildir’ desek de, aslında bunun Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla pek alakalı olmadığını artık anlama zamanı gelmiştir. Yani Türkiye-AB Süreci olmadan da bu gerçek değişmez.

Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin AB’den müzakere tarihini alması uzun yılları almıştır. O yıllarda AB yetkililerinin elinde değerli bir kart vardı ; Kürt Sorunu. Hemen her platformda AB yetkilileri Türkiye’ye karşı Kürt Sorunu kartını çıkarır, elleştiri üstüne elleştiri yağdırırlardı. Bu yaklaşımlarıyla bir taraftan Türk Ordusuna silah satar, bu yolla hem para kazanır hem de Türkiye’yi IMF’ye borçlu hale getirirlerdi, diğer taraftan da verdikleri silahlarla kirli bir savaşın kızışmasına zemin sunuyorlardı. Dönemin Türkiye hükümetlerinin de çeşitli çıkar gruplarının pençesinde olmaları kirli savaşın 2000’li yıllara kadar devam etmesine yol açıldı. Türkiye’nin bu karanlık fotoğrafı AB için değerlendirilmesi kaçınılmaz bir değerdi. Öyle de yapıldı, Kürt Sorunu sayesinde Türkiye iyice şarampole sürüklendi.

2000-2005 yılları arasında PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olması ve AKP’nin, kısmen de olsa geçmiş hükümetlere nazaran farklı bir profil çizmesi, yeni bir atmosferin oluşmasına neden olmuş, AB yetkililerini müzakere sürecini başlatmaya zorlamıştır. Fakat her ne kadar tam üyelik amacıyla sözkonusu süreç başlatılmış olsa da arka planda sürekli imtiyazlı statü hesapları yapılmıştır. Nitekim müzakere sürecinin ilk üç-dört yıllık sürecinin sonunda AKP yetkilileri de Avrupalıların bu gizli hesabını anlamış olmalılar ki sözkonusu alanda pek heyecanlı bir çalışma yapmamıştır. Yani bu şu anlama geliyor ; hem AB yetkilileri hem de Türk yetkilileri bu sürecin farklı bir şekilde sürdürülmesi noktasında zımnen anlaşmışlardır.

Yükarıda yazdıklarıma rağmen şunun altını da çizmekte fayda vardır ; AB’nin çıkarları Türkiye’yi kendine bağlı hale getirmesinden geçerken, Türkiye’nin de çağa uyum sağlama yönünde AB’nin desteğine ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca ne Türkiye’nin AB’den uzaklaşma, ne de AB’nin Türkiye’yi kapısından uzaklaştırma gibi bir lüksü olamaz. Zaten bu nedenledir ki 8 yıldır ağır aksak yürüyen müzakere süreci her iki taraftan da ciddi sıkıntılara sebep olmuyor. Türkiye’de bunun çok doğal olduğu biçiminde bir algı yaratılmıştır.

AB yetkilileri tarafından dilendirilen «Türkiye’nin AB ile sağlıklı bir bütünleşme gerçekleştirmesi  gerekli» sözü artık pek sağlıklı gelmiyor bana. Zira bu aşamadan sonra bu sözün gerçekleşebilmesi pek ihtimal dahilinde değildir. Yani Türkiye AB’ye tam üye olamaz, olsa olsa ancak özel bir statüye sahip olabilir. Çoğu AB üyesi ülkelerin uzun süredir düşündükleri, yer yer de ifade ettikleri imtiyazlı üyelik statüsü sanırım gerçek olabilecek tek seçenektir. Türkiye’nin de bunu kabul etmemesi için pek ciddi sıkıntıları kalmamıştır. Son yıllarda Türkiye’de AB ile ilgili pek tartışmaların olmaması ve bu noktada eskiden yaşanan heyecanın kaybolmuş olması da bununla alakalı olması gerek.

Bu yıl AB Komisyonu, Türkiye ilerleme raporunu 16 Ekim günü açıkladı. Sözkonusu bu raporda ifade özgürlüğü, eylem özgürlüğü gibi konularda eleştiriler yer alırken katılımcı demokrasinin gelişebilmesi, toplumun tüm kesimlerine ulaşılabilmesi, yasalar ve hukukun buna uygun olması gerektiğine de dikkat çekilmektedir. Bunlara diyecek bir söz yok, Türkiye’nin geleceği için yapılması gereken görevlerdir. AB’nin bunları istemesi, gelecekte Türkiye’yi kendine daha bağımlı hale getirmek istemesinin icabettiği bir gerçektir.

Raporda «Üyelik müzakerelerinin yeni bir moment kazanmasının AB üyeliği için önemlidir » diyen AB Komisyonu aslında çok açık bir şekilde ikiyüzlülük yapmaktadır. 8 yıldır sadece bir müzakere maddesini kapatan AB Komisyonu kalan diğer 32 maddeyi daha kaç sekiz yılda kapatacak acaba ? Bu çok meçhul. Ben diyorum ki, gerek AB yetkilileri olsun gerekse de Türk yetkilileri olsun artık gerçekleri kamuoyuna açık bir şekilde deklare etmeleri gerekir. Yani Türkiye’nin AB’ye üye edilmeyeceği, ancak hem AB’nin Türkiye’ye, hem de Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olduğunu resmen beyan etmeleri daha faydalı olacaktır.

Avrupa’nın komşusu olan Türkiye’nin AB’siz gelişemeyeceği gibi kendi içinde varolan sorunlarını da haletmeden bir yere varamaz. Dolayısıyla Kürt Sorununun uygun bir biçimde çözüme kavuşturulması önemlidir. Bir taraftan AB ile ilişkilerini sağlam komşuluk ve mütefiklik temeli üzerinde geliştirmesi gerekirken, diğer taraftan da Kürtlerle daha bütünleşmesi, halk olma haklarını tanıması kaçınılmazdır. Aksi halde değişmekte olan uluslararası siyasi konjonktür Türk-Kürt ilişkilerini çok farklı bir yöne kaydırabilir.

Ahmet DERE  /  31.10.2013

3 Ekim 2013 Perşembe

Paris Unutulmamalı

Yaklaşık on ay önce Paris’te bir katliam gerçekleşti. Üç Kürt kadın militanı güpe gündüz, Paris’in göbeğinde, hem de fransız polisinin sürekli gözetimi altındaki büroda katledildiler. İlk günlerde Fransız yetkilileri, özellikle İçişleri Bakanı Manuel Vals, bu katiamın failini veya failerini kısa zaman içinde bulacaklarını söylediler, Kürtlere söz verdiler. Üzerinde on ay geçmesine rağmen halen ortada ciddi sayılabilir bir şey yok. Ailelerin verdikleri bilgilere göre, dava ile görevli olan savcı halen idanameyi hazırlayabilecek kadar delil toplayamamıştır. Dolayısıyla soruşturma sürecinin daha ne zamana kadar süreceği belli değil.

Adalet ve İnsan Hakları merkezi olarak bilinen Avrupa’da böylesi bir katliamın bu kadar uzun bir süre aydınlanamamış olması kendi başına, hak ve hukuku sağlamada ciddi bir zaafiyetin göstergesidir. Burada şöyle bir soru akla geliyor ; acaba katledilen bu üç kürt kadını yerine sıradan fransız asıllı üç kadın olmuş olsalardı durumda bir değişiklik olacak mıydı ? Bana göre evet, hemde kısa süre içinde sorumlular tespit edilip mahkemenin önüne çıkarılacaklardı.

Katliamdan sonra Fidan Doğan’ın babasıyla görüşen bir fransız gazeteci şöyle demiştir ; « ….katledilen bu kadın militanlar fransız olsalardı faileri çoktan tespit edilmiş olacaklardı ». Doğru söze diyecek yoktur, ben de öyle düşünüyorum.

Katliamdan kısa bir süre sonra gözaltına alınan Ömer Güney diye kişinin gerçekten katil olup olmadığı, eğer katil ise katliamı tek başına mı yapmış yoksa başkalarıyla birlikte mi, bu henüz belli değil. Bir de katliamın arkasında hangi güçlerin olduğu konusunda da henüz ailelere ve kamuoyuna açıklanmış bir şey yoktur.

Paris katliamının aydınlanması ve unuturulmaması için Kürt Kadınları hemen her hafta Paris’te ve Avrupa’nın diğer kentlerinde eylemler yapmaktadır. Avrupa’da bazı platformlarda konu sık sık gündemde tutulmakta, fransız yetkililerine yönelik talepler dile getirilmektedir. Ancak şimdiye kadar hiç bir çaba sonuç vermemiştir. Dolayısıyla şüpheler zincirine her geçen gün yeni halkalar eklenmektedir. Bu zincirin daha ne kadar uzayacağı belli değildir.

Paris Katliamının aydınlanmasını ve unuturulmamasını istemek herkesin haklı talebidir. İster Kürt veya Türk olalım, isterse de Avrupalı olalım sonuç değişmez, değişmemelidir. İnsan olarak aynı hasasiyeti benzer olay veya olaylara karşı göstermezsek hak ve hukuku arama konusunda bir zafiyeti yaşadığımızı bellirtmek gerekiyor. Bu nedenle Paris Katliamının gerçek failerinin ortaya çıkarılması ve gereken cezaya çarptırılması konusundaki talep bir insani görev ve sorumluluktur.

Bu katliam ile ilgili Fransız, Türk ve bazı Kürt çevreler ciddi bir zan altındadır. Şimdiye kadar olayla ilgili olarak kamuoyunu tatmin edici bir açıklamanın yapılmamış olması kendi başına Fransız makamlarını zan altında tutmaktadır. Türk Devletinin de bu noktada herhangi bir çaba göstermemesi ve hatta olayı bir ‘örgüt içi hesaplaşma’ gibi göstermeye dönük gayret sarfetmesi onu zan altında tutmaktadır. Yine bazı Kürt çevreleri, özellikle Paris’te faaliyet yürüten Kürt Derneklerinin de bu noktada ciddi bir çaba göstermemesi (çaba gösteriliyor olsa bile kamuoyu tarafından bilinmemektedir) şüpheyle karşılandığını bellirtmek gerekiyor.

Paris Katliamı ile ilgili olarak çoğumuz acıyı paylaştık, fakat hiç birimiz ne Fidan Doğan’ın, ne Sakine Cansız’ın ne de Leyla Şaylemez’in aileleri kadar acıyı bizzat yaşamıyoruz. Elbette faillerin ortaya çıkarılması onların acısını yoketmez, ancak bir nebze de olsa azaltır.

Umarım Paris Unutulmaz, uzayan kovuşturma süreci ise daha fazla sürmeden, bir an önce mahkeme olur tüm gerçekler açığa çıkarılır.

Ahmet Dere  /  03.10.2013

14 Eylül 2013 Cumartesi

Kürt Ulusal Kongresi ve Demokratik Zihniyet

Uzun yıllardır Kürtler kendi Ulusal Kongresi’nin toplanması ve ulusu ilgilendiren önemli kararların alınması için bir beklenti içerisindedirler. Kürtlerin özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadele eden örgütler de bu konuda çaba içerisinde olmuşlardır.

Mücadele içerisinde olanlar ve onu takip edenler bilirler ki 1990’ların başından beri bu konuda ciddi bir talep öne çıkmıştır. Özellikle PKK ve onun yakın çevresi bu noktada hatırı sayılır adımlar da atmıştır.

1995 yılında Sürgünde Kürdistan Parlamentosu (PKDW) Avrupa’da kurulduğunda  önüne koyduğu misyonlardan bir tanesi de Kürdistan’ın tüm parçalarını kapsayan ve temsil eden bir Ulusal Kongrenin toplanması için çalışmak olmuştu. PKDW bunu başaramayınca 1999 yılında Kürdistan Ulusal Kongresi kurulmuştur. İsmi Kürdistan Ulusal Kongresi olsa da, esasında PKK ve ona yakın çevreden oluştuğu için kurulduğunda da esas aldığı amaçlardan bir tanesi yine Kürdistan Ulusal Konferansı veya tüm parçaları kapsayan Kürdistan Ulusal Kongresi’nin toplanması için çalışmak olmuştur.

Ben 2003 yılında KNK’ye üye olduktan sonra katıldığım tüm toplantılarda en fazla tartıştığımız konunun bir Ulusal Konferans veya Kongre’nin toplanması ile ilgili olduğunu biliyorum. Birçok defa KNK bünyesinde bu amaçla özel komisyonlar kurulmuş, çaba sarfedilmiştir. Ne yazık ki şimdiye kadar bu noktada bir başarı elde edilemedi.

Geçen aylardan bu yana Küdistan Ulusal Kongresi’nin toplanması için umut verici bazı çalışmalar oldu, yurtsever olan tüm Kürtlerin arzu ettikleri bir hayalin gerçekleşebileceği konusunda bir ışık görüldü. Yıllardır bir platformda bir araya gelemeyen PKK ve KDP-YNK söz konusu bu çalışma için bir araya geldiler. Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Sayın Mesut Barzani’nin bizzat öncülüğünde bir hazırlık komitesi oluşturuldu. Tüm Kürtlerde büyük bir umut yaratan bir süreç başlatıldı.

Halen varlığını koruyan hazırlık komitesi, ne yazık ki bugünlerde endişe yaratan açıklamalarıyla yaratılmış olan umut ışığını yavaş yavaş söndürdüğüne tanık oluyoruz. Sebebini tartışmıyorum, ancak böylesi önemli bir çalışmayla görevli bir hazırlık komitesinin Güney Kürdistan yönetimiyle ilgili verdiği ultimatomlar hiç de hayra alamet değildir. Henüz toplanmamış olan bir Ulusal Kongrenin hazırlığıyla sorumlu bir komitenin kendini ulus üstü görmesi ve üst derecede sayılabilir açıklamalar yapması hiç de olgunluk sınırları dahilinde olmadığını belirtmek istiyorum. Hazırlık Komitesinin görevi, şimdiye kadar bir araya gelmeyen Kürt Örgütlerini ikna edip halkımızın arzu ettiği üst bir oluşumun toplanmasını sağlamak olması gerekirken, adeta tepki toplayan bir yaklaşım içerisinde olması kabul edilemez.

Yukarıda bellirtiğim gibi, sebebi ne olursa olsun, gerek ülkemizin Rojava parçasıyla ilgili olsun gerekse de Bakur veya Rojhilat parçalarıyla ilgili olsun, Kürdistan Ulusal Kongresi’nin Hazırlık Komitesi tepki çeken hiç bir yaklaşım içerisinde olmaması lazım. O’nun görevi ulusal bir uzlaşı zeminini yaratmasıdır.

Ulusal Kongre’nin hazırlık süreciyle ilgili diğer bir husus da ; tüm Kürt Örgüt, Parti ve Hareketlerin katılım sağlamasıdır. Ne yazık ki yayınlanan açıklamalarda görüyoruz ki bu noktada da ciddi bir sorun yaşanmaktadır. Bazı Örgütler Ulusal Kongre ismini taşıyan bu üst düzey Kurumu sadece kendine bağımlı olmasını istemektedirler. Delegelerin bellirlenmesinde tamamen bir partizancılık zihniyeti hakimdir. Böylesi bir zihniyet Kürt Ulusunu temsil eden bir üst Kongreyi oluşturabilir mi diye ciddi şüphelerim vardır.

Demokratik sistemlerde Ulusal Kongrelerin üyeleri seçimle bellirlenir, alınan oy oranında partiler temsil edilir. Fakat hepimizin malumudur ki bugün ülkemizde demokratik bir sistem yoktur, dolayısıyla demokratik bir seçimin yapılması da imkanlar dahilinde değildir. Ancak her Örgüt, Parti, Kurum ve Birliğin Ulusal Kongre’ye delege göndermesi mümkündür. Düşüncesi, ideolojisi, siyaseti ve hayata bakış açısı ne olursa olsun her Kürt Örgüt, Parti, Kurum ve Birliğin bu Ulusal Oluşumda yer alması olmazsa olmaz bir şarttır. Gerçek bir Kürdistan Ulusal Kongresi hiç bir kesimi dışarıda tutmayan bir yaklaşımla toplanandır. Aksi halde 1999 yılında kurulmuş olan KNK’den farklı bir kurum olmaz, olamaz.

Temenim odur ki, başta PKK, KDP ve YNK olmak üzere, hazırlık komitesinde temsil edilen tüm örgüt ve partiler gerçekten halkımızın geleceğini bellirleyen demokratik bir zihniyetle bu çalışmayı yürütür, her kesimin katılımını sağlamak için gereken hasasiyeti gösterirler. Bir birine hasım çevreler bile Ulusal bir Çatı altında bir araya gelebilmelidir. Demokrat olmak sadece lafta olunamayacağını bilmek lazım, önemli olan pratiktir ve dışa yansıyan etkidir.

Bilinmelidir ki demokrat olmanın diğer en temel kıstası da karşıt düşünceleri hazmetmektir. Ne var ki bu noktada biz Kürtlerde henüz ciddi bir gerilik söz konusudur. En kötü olanı ise en fazla demokrasiden dem vuranların bu konuda zaafiyet yaşamalarıdır.

Ahmet DERE  /  14.09.2013

27 Ağustos 2013 Salı

Ya Düşer yada Düşürülür

Suriye’deki Esad önderlikli Baas rejimi ayakta durmak için tüm imkanlarıyla direniyor. Başka seçeneği de yok.

Arap Baharı konsepti çerçevesinde Suriye’deki Baas rejimi gitmelidir, eğer kendi gitmezse, ne edip edip götürüleceği alenen görülmektedir. Her ne kadar Çin, Rusya ve İran gibi güçler ona arka çıksalar da başarılı olma şansı pek yok gibi.

Suriye’nin, özellikle Rusya ve İran açısından, büyük bir jeostratejik öneme sahip olduğu biliniyor. Aynı şey Çin için söylenemez, yeri geldiğinde mevcut tutumundan vazgeçip nötr kalabileceği rahatlıkla düşünülebilir. Rusya ve İran’ın kendileri gibi emperiyalist güçler olan AB, ABD ve mütefiklerine karşı uzun bir süre Esad’ı savunabilecekleri pek kolay değildir, bunu düşünemiyorum da. Esad önderliğindeki Baas rejimi iç savaşta başarılı olsa bile uluslararası alanda kendisine karşı geliştirilen tecrit ve ambargoya dayanması pek kolay olmayacaktır. Dolayısıyla uzun sürmeyen bir dönemde Baas rejimi ya gidecek yada götürülecektir. Şimdiden AB-ABD ile Rusya-Çin arasında çeşitli senaryolar çizilmekte olduğunu farkediyoruz.

Bugünlerde Suriye’de incelemelerde bulunan BM denetçileri yeni bir sürecin önemli bir basamağını oluşturuyorlar. Suriye’nin kimyasal kulanıp kulanmadığı pek önemli değildir, önemli olan orada kimyasal silahların kulanılmış olmasıdır. Bunu AB-ABD destekli muhalifler yapmış olsa bile yine faturası Esad önderlikli Baas rejimi ödeyecektir. Nitekim Washington, Londra ve Paris’ten yapılan açıklamalar o yöndedir. Türkiye ise aktif piyon rolünü oynamak için geç kalmadan askeri bir müdahaleye hazır olduğunu beyan etti. Mısır ile ilgili başka, Suriye ile ilgili de başka bir politika izliyor, bir taraftan timsah gözyaşları dökerken diğer taraftan da saldırıya hazır Merê Reş (Kara Yılan) oluyor.

Çeşitli sebeplerden ötürü Suriye’nin durumu İrak gibi olmayabilir, yani rejim tamamen yıkılıp yerine yeni bir rejim ve sistemin gelmesi sözkonusu olmayabilir. AB-ABD ile Rusya-Çin gibi güçlerin üzerinde uzlaşabilecekleri bir ara formülün bulunma ihtimali de masanın üzerindedir. Önümüzdeki günlerde bu konuda daha net bir tablo ortaya çıkacaktır.

Rojava

Suriye’de yavaş yavaş uluslararası bir çatışma süreci gelişirken Rojava’da ise ‘İslami’ kılıflı teröristlerin saldırıları devam ediyor. YPG’nin etkin mücadelesi sözkonusu teröristlerin saldırılarını sınırlandırıyor olsa da  Rojava Halkına karşı halen de ciddi bir tehdit vardır.  Son bir haftadır Güney Kürdistan’a kaçanların sayısı binleri aşıyor, böyle devam ederse Rojava halksızlaşacaktır. Bunun da kendi başına ayrı bir sorun olduğunu bilmek durumundayız.

Rojava ile ilgili Kürt Halkının genel bir dayanışması sozkonusu olsa da bunun yeterli olmadığını sık sık yazıyoruz. Özellikle kendine ‘aydın’ sıfatını takmış bazı kesimlerden pek ses çıkmadığını burada yazmak istiyorum. Rûdaw gazetesindeki köşemde de yazdığım gibi, şimdiye kadar PKK ve ona yakın olan çevreler daha çok Rojava Halkıyla dayanışıyor, halkımızın diğer kesimlerinden pek ciddi bir ses çıkmamaktadır. Bazılarına göre bugün Rojava Halkıyla yapılacak olan dayanışma PKK’ye verilmiş bir destek olarak görülmektedir. Oysa durum hiç de öyle değildir, tehlike ile karşı karşıya olan Rojava Halkıdır, yapılacak her şey onun savunması için olacaktır.

PYD’nin Rojava’da daha çok kendi başına hareket ettiği, diğer Kürt Örgütlerini kararlarına ortak etmediği elleştirilebilir, ancak bunun için Rojava Halkı yalnız bırakılmamalıdır.

Avrupa’daki Kürt Örgüt ve Kurumların da bu noktada sesiz kaldıklarını bellirtmek istiyorum. Başta üyesi olduğum PEN a Kurd olmak üzere, PKK’ye mesafeli duran çoğu Kürt Örgüt ve Kurumları üzerine düşen tarihi sorumluluğu yerine getirmiyorlar. Tarihe karşı suçlu duruma düşmemek için, herhangi bir örgüt ve kurumu sebep göstermeden herkes üzerine düşeni yapmaya davet ediyorum. 

Kürt Ulusal Kongresi

Uzun bir zamandır Kürt Örgütleri arasında Ulusal Kongre veya Ulusal Konferans yapma talebi vardır. Ancak PKK ile KDP ve YNK arasında yaşanan sorunlar nedeniyle 2013 yılına kadar bu konuda ciddi bir çalışma yapılamadı. PKK ile KDP’nin bir noktada buluşmaları bu çalışmayı hızlandırdı. Mesut Barzani öncülüğünde yapılan hazırlıklar sonucu Eylül ayında bu çalışmanın gerçekleşme ihtimali vardır. İhtimal diyorum, zira ortada duran bazı sorunlar vardır. Özellikle YNK ile KDP arasında bu konuda bazı sorunlar yaşandığını biliyorum. Umarım ciddi bir sıkıntı olmaz ve beklenen Ulusal Kongre gerçekleşir.

Geçenlerde PKK’lilerle eski PKK’liler arasında çıkan bir “çatışma”nın haberi yayınlandı. Umarım sözkonusu haberin doğruluk payı yoktur ve KCK bu konuda bir açıklama yapacaktır. Olay bir çok yönüyle iyi araştırılmadan, Güney yönetiminin yaptığı kovuşturma bitmeden herhangi bir yargılamada bulunmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Ulusal Kongre’nin yapılmaya çalışıldığı bugünlerde bazı güçlerin provokasyonu da olabilir.

Ahmet DERE  /  26.08.2013

7 Temmuz 2013 Pazar

Tıkanan Süreç

Bu yılın Newroz Bayramında başlatılan süreç yeni bir safhaya girmiş bulunmaktadır. Gerillanın geri çekilmeyi sona doğru götürdüğü bu günlerde, süreçle ilgili Türk Devletinin gerçek yüzü de giderek netleşiyor. Türk Ordusunun Kürdistan’daki faaliyetleri yeni bir savaş atmosferini yaratmakla birlikte, sözkonusu ‘Çözüm Süreci’ni de çıkmaza sürüklüyor. Newroz’dan sonra yaratılan umut yavaş yavaş kaybolup yerini ciddi bir karamsarlığa ve belirsizliğe bırakıyor.

Adına ‘Demokratik Çözüm Süreci’ denilen süreç başladığında ben ‘sıfır taleple başlatılan bir süreçtir’ demiştim. Yani bizzat Sayın Öcalan tarafından ve tamamen onun inisyatifinde tek taraflı olarak atılan bir adım olmuştu. Türk Devletinin bu adıma karşı çıkmaması, onu dolaylı olarak olumlaması çok normaldir ve tanıdığımız devletin politikasının bir parçasıdır. Ben sürecin sıfır taleple başlatıldığını yazdığımda, ne var ki bazı arkadaşlar karşı çıkmışlardı, PKK’nin talepleri devlet tarafından kabul gördüğünü, yavaş yavaş hayata geçirileceğini söylemişlerdi. Oysa ki çok geçmeden Sayın Öcalan’ın kendisi bu süreci tek taraflı ve kendi inisiyatifinde başlattığını deklare etti. Yani devlet ile müzakere ederek üzerinde anlaşıldığı herhangi bir yol haritasının sözkonusu olmadığı İmralı tarafından da teyit edilmiş oldu.

Herşeyden önce şu hususları iyi not etmemiz lazım ; Türk Devleti ne PKK ile ne de Sayın Öcalan ile açık bir şekilde müzakere masasına oturmuş değildir, dolayısıyla ortak bir çözüm süreci de geliştirilemez. Tanıdığımız bu devlet ezelden beri Kürtleri sadece kendi çıkarları sözkonusu olduğunda ‘muhatap’ almıştır. Devletin çıkarları sağlandıktan sonra Kürtler ‘muhatap’ olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle Newroz’dan sonra başlatılan süreci yapılan bir müzakere sonucu ortaya çıktığını söyleyemeyiz.

Bugünlerde BDP tarafından yapılan eylemlerde « Devlet verdiği sözü tutsun, adım atsın » sloganı atılmaktadır. AKP yetkilileri ise « Biz kimseye söz vermedik » biçiminde cevap vermektedirler. Benim AKP yetkililerine diyecek bir şeyim yok, zira onların nasıl bir mentaliteye sahip olduklarını biliyorum. Ancak BDP yetkililerine şunu sormak ve talep etmek istiyorum ; Eğer devletin veya AKP’nin verdiği bir söz varsa lütfen açıklayın ki biz de öğrenelim. Ne gibi sözlerin verildiğini açıklamadan « Devlet verdiği sözü tutsun, adım atsın » demenin pek anlaşılır bir yanı yoktur.

Sürecin geldiği noktada BDP’nin üzerinde ağır bir yük vardır. Zira BDP’li yetkililerin yaptıkları açıklamalar sonucu Newroz’dan sonra « iyimser » bir hava yaratılmış, Kürtlerde umutlu bir beklenti oluşmuştur. Unutmamak gerekir ki Sayın Öcalan’ın söylediklerini kamuoyuna yansıtan sadece BDP’liler olmuştur. AKP ile diyalog içerisinde olan ve onun yaklaşımlarını Kandil’e yansıtan da yine BDP’lilerdir. Bu nedenle sözkonusu sürecin negatif sonuçları karşısında kendisini sorgulaması gereken bir kurum varsa o da BDP’dir.

Şimdi ne olacak ? Bir taraftan « Silahlı mücadele süreci miyadını doldurmuştur, artık silahlı mücadeleyle birşey elde edilemez » denmiş ve gerillanın önemli bir kısmı Kuzey’den çekilmiş, diğer taraftan da Türk Ordusu Kürdistan’daki karakollarını daha da güçlendirmekte ve oradaki varlığını daha kalıcı hale getirmektedir. Devletin bu yaklaşımına karşı PKK yeniden silaha sarılabilir mi ? Eğer PKK tekrar silahlı mücadeleyi geliştirirse o zaman Kürtlerde bir karşılık bulabilir mi ? Yapılan açıklamalar ve yaratılan bunca umuda rağmen yeni bir silahlı mücadele olumlu bir sonuç yaratabilir mi ? Bu konularda ben pek iyimser olmadığımı belirteyim.

Newroz’da başlatılan süreç İmralı’nın inisiyatifiyle ortaya çıktığını dikkate aldığımızda tıkanan bu sürecin aşılması da yine İmralı tarafından gerçekleşeceğini düşünüyorum. Türk Devleti ve onun siyasi temsilcisi AKP’nin yaklaşımları ne kadar olumsuz olursa olsun Sayın Öcalan’ın silahlı mücadeleye yeniden başvurmaya müsaade edeceğini beklemiyorum. Newroz’da yapılan açıklamanın gerçekçi olduğunu ve bundan sonra yeni bir mücadele yönteminin geliştirilmesi gerektiğini hem Sayın Öcalan biliyor ve hemde azıcık da olsa sağlıklı düşünebilen herkes anlamaktadır.

Aslında en fazla zorlanmanın yaşandığı nokta yeni bir mücadele yönteminin geliştirilmesi hususudur. Daha önceki yazılarımda « Zihniyetin demokratikleştirilmesi»’nden söz etmiştim, işte bu noktada ciddi bir sancılı sürecin eşiğindeyiz. Bu zorlanma hem Türk Devletinin değişik müeseselerinde  ve hemde PKK ve ona yakın olan kurumlarda yaşanmaktadır. Zihniyetinde demokratik bir değişimi yaşayamayan ne bir devlet başarılı olabilir ne de bir örgüt veya halk hareketi. Bana göre Kürt Sorununun en doğru çözümü ancak iki taraflı demokratikleşmeyle mümkündür, aksi halde dünya dönerken Türkiye ve Kuzey Kürdistan yerinde sayacaktır.

15 Haziran 2013 Cumartesi

Gezi Park’ı ve Taksim Olayları Ardından


Mayıs ayının sonundan beri süren Gezi Park’ı ve Taksim olayları (birileri buna direniş de diyebilir) bugün  itibariyle (15 Haziran) bastırılmış olsa da daha uzun bir süre Türkiye’nin gündemini meşgül edecektir. AKP açısından da bundan sonraki süreç daha zor ve çelişkilerle dolu olacağını tahmin etmek zor edeğildir.

Gezi Park’ı ile ilgili yaşanan protesto eylemlerini ilgiyle takip ettim, gerek türk gerekse de uluslararası basını takip etmekle birlikte, özellikle uluslararası kurumların bu konuyla ilgili yaklaşımlarını da yakından takip ettim. Yazılan ve söylenenleri bir bütün olarak değerlendirdiğimde ne yazık ki Gezi Park’ı ve Taksim etrafında yaşananların pek de olumlu bir sonuç yaratacağını söyleyemem.

Herşeyden önce günümüz dünyasında, hele sözkonusu olan Ortadoğu bölgesi ise, iktidarda bulunan bir güce karşı sadece iç dinamiklerle etkili bir eylemi gerçekleştirmek ve sonuç almak imkansız derecede zordur. AKP seçimlerle iktidara gelmiş bir siyasi parti olsa bile onun da dayandığı dış güç veya dış güçler vardır. İktidarda bulunduğu süre boyunca sürekli bir şekilde ABD ve AB çevrelerinden destek aldığını, Gülen Cemaatinin himayesinde olduğunu cümle alem biliyor. Böylesi bir iktidarın yavaş yavaş kontrol dışına çıktığı bir dönemde Gezi Park’ı ve Taksim olaylarının patlak vermesi tesadüfi değildir. Bu yöndeki görüşlerimi, dönem dönem sohbet ettiğim yakın çevremdeki arkadaşlarla da paylaşmışım.

Giderek kontrol dışına çıkan, gerek iç politikada başına buyruk hareket etmesi, gerekse de dış politikada, özellikle yakın dönemde Suriye ile ilgili olarak  ABD ve AB ile kısmen ters düşen AKP iktidarı uyarılmıştır. Eğer bu uyarı adresine ulaşmamış ve gereken cevabı alamamış ise önümüzdeki süreçte daha kapsamlı olayların yaşanması mümkündür.

Bu yazdıklarımdan şu sonucun kesin olarak çıkarılmaması gerekiyor ; Gezi Park’ı ve Taksim olayları emperiyalist bir senaryonun parçasıdır. Kesin olarak öyle bir senaryo olduğunu söylememekle birlikte, ilgili güçlerin bu olaylardan  rahatsız olmadıklarını belirtmekte fayda vardır. Geçen çarşamba günü (12 Haziran) Strasbourg’daki Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile ilgili gerçekleştirdiği özel oturumu canlı olarak izledim. İki saat boyunca yapılan konuşmaların genelinde AKP’ye karşı yeni bir yaklaşımın ince ipuçlarını gördüm. Aynı çatı altında Türkiye ile ilgili olarak yapılan çok sayıda benzer oturumları izlemiş biri olarak bu sefer farklı bir uslübün kulanıldığına şahit oldum. AB’nin yasama organı olan Avrupa Parlamentosu AKP’nin biletini kesmemiştir, ancak onun kontrol dışına çıkmasını da istememektedir. ABD’den yapılan açıklamaların da benzer içerikte olduğunu biliyoruz.

Emperiyalist güçler açısından henüz AKP’nin pili bitmemiştir, kontrol altında tutmak şartıyla belki bir ve iki dönem daha ona ihtiyaçları vardır. Mevcut durumda Türkiye’de AKP’ye alternatif olabilecek başka bir gücün olmaması ona kısmi bir manevra alanı sunmakla birlikte, tamamen kendi başına buyruk hareket edebileceği kadar da imkan sunmuyor. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte, gerek Suriye konusunda olsun, gerekse de Kürt Sorununa Çözüm noktasındaki arayışlarda olsun, AKP ve emperiyalist güçler ortak bir paydada buluşacaklardır. Bu nedenle yaşanan Gezi Park’ı ve Taksim olayları ardından fazla umutlu olmamalıyız.

Özellikle biz Kürtler açısından ‘fazla umutlu olmama’nın altını çizmek istiyorum. Sözkonusu bu olaylara dayanışma amaçlı, gerek yurt içinde olsun gerekse de yurt dışında olsun, yapılan çeşitli etkinliklerde Kürtler aktif olarak katıldılar. Özellikle yurt dışında yapılan yürüyüş ve mitinglerde Alevi Örgütlerinin çabası küçümsenemez ve biliyoruz ki Alevi Örgütlerinde Kürtler yoğunluktadır. Ancak 16 gün boyunca süren olaylar sırasında eylemciler tarafından dile getirilen taleplerde somut olarak Kürtlerle alakalı birşey duymadık. Hatta yer yer, özellikle Taksim’de, bazı BDP’lilerin Abdullah Öcalan’ın posterlerini açmaları tepkiyle karşılanmış ve saldırıya uğramışlardır. İmralı Cezaevinden bunu farkeden Abdullah Öcalan BDP heyetini, sözkonusu eylemlerin Ergenekon gibi güçlerin güdümünde gelişmemesi için uyarmıştır ve bu noktadaki kaygılarını dile getirmiştir.

Sonuç olarak şunu söylemek lazım ; herşeyden önce bu olaylar AKP’yi ciddi bir şekilde uyarmıştır. Bu uyarı hem iç kamuoyu tarafından yapılmış, hem de dış güçler tarafından. Zanediyorum ki bundan sonra AKP daha hesaplı adım atacak ve kendi yorganına göre ayaklarını uzatacaktır. Ne var ki bu yılın Newroz Bayramıyla birlikte PKK’nin inisiyatifiyle başlatılan Kürt Sorununa Çözüm Süreci de sıkıntıya girecektir. Eli zayıflamış olan AKP’nin demokratikleşme noktasında cesaretli adım atması pek beklenemez. Umarım yaşanan Gezi Park’ı ve Taksim olaylarının esas sebebi sözkonusu bu süreci sabote etmek olmasın.


Ahmet DERE 15.06.2013

7 Mayıs 2013 Salı

Aldanmamak

Newroz’da başlatılan süreç devam ediyor. Yarından itibaren HPG güçleri resmen Kürdistan’ın Kuzey’inden Güney tarafına geçmeye başlayacaklar. Mevcut durumda Kuzey’de kalan gerillaların en geç Ağustos ayına kadar geri çekilme sürecini tamamlayacakları tahmin ediliyor. Eğer geri çekilme araçlarla olmuyorsa Dersim’deki gerillaların Güney’ye varma süreci  Ağustos’a kadar sürebilir.

Geri çekilme konusunda AKP yasal bir güvence vermemiş olsa da ciddi bir engel çıkacağını sanmıyorum. Yer yer küçük bazı sıkıntılar olabilir, ancak direkt Türk Devletinden kaynaklı bir engel çıkmayacaktır. Gerillanın geri çekilmesi Türk Devletinin zararına değil, yararına olacağını bilmeyen yoktur.

Ve gerilla 30 yıldır binlerce kahramanın kanıyla kazanılmış Kürdistan dağlarını terkediyor. Bu mücadelede emeği geçen, sözkonusu mevzilerin ne gibi zorluklarla elde edildiğini az-çok bilen hiç kimse buna sevinemez, sevinmemelidir.

Gerillanın Kuzey’i terketmesine sevinmememe rağmen bu sürecin kaçınılmaz olduğunu da biliyorum. Hiç bir savaş sonsuza kadar sürmemiştir, her savaşın bittiği bir tarihi vardır. Gerilla savaşı Kürt Halkının Özgürlük Mücadelesinde önemli bir yeri vardır, ancak bu savaşın bitmesi mücadelenin sonu anlamına gelmeyecektir. Başlatılan süreç amacına uygun olarak tamamlansa bile bu Kürt Halkının Özgürlük Mücadelesinin bittiği anlamına gelmiyor. Kimse aldanmamalı, ne gerillanın geri çekilmesi ve silahlarını bırakması ne de PKK’nin tasfiyesi Kürt Halkını Özgürlük Mücadelesinden alıkoyamaz. 40 yıldır Kürt Halkı hem mücadele ediyor hem de bilinçleniyor, sağlanan bu bilinç Özgürlük Mücadelesinin teminatıdır.

Daha önceki bir yazımda bu sürecin sıfır taleple başlatıldığını yazmıştım, halen de aynı görüşte olduğumu belirteyim. Zira Kürt tarafının dile getirdiği tüm talepler gerillanın geri çekilmesini kolaylaştırma ve daha sonra da silahların bırakılmasını sağlama amaçlıdır. Bu taleplerin tümü AKP veya Türk Devleti tarafından karşılansa bile bunun bir hak elde etme anlamına gelmediğini bilmek lazım. Çünkü gerilla geri çekilmek için, silahlarını bırakmak için dağlara çıkmamıştır, PKK’nin gerilla mücadelesini başlatmasının esas amacı Bağımsız, Birleşik ve Demokratik bir Kürdistan olduğunu herkes biliyor. Bazılarına göre Bağımsız Kürdistan ideali artık geçerliliğini yitirmiş olsa da Kürt Halkının gönlünde bağımsız ve özgür bir vatan, özgür bir yaşam olanaklarının yaratılması büyük bir yere sahip olduğunu bilmeliyiz. Bu süreçte ileri sürülen talepler arasında temel talebi içeren bir hususun olmadığını bilmek durumundayız.

Bırakalım Halkımızın temel taleplerini karşılamayı, sadece gerillanın geri çekilmesi ve daha sonra da silahlarını bırakması noktasındaki talepler bile halen Türk Devleti tarafından kabul edilmemektedir. Dolayısıyla sürecin iyi yürüdüğünü, olumlu gelişmelerin yaşanabileceğini söylemek pek de mantıklı gelmiyor bana. Son günlerde bile türk ordusunun operasyon yaptığına ilişkin haberleri sık sık duyuyoruz. Bir taraftan KCK davasından tutuklu bazıları bırakılırken diğer taraftan da içeri alınanlar vardır. Ne yasal ne de annayasal olarak Kürt Halkının taleplerini asgari oranda karşılayan bir adımı göremiyoruz. Yaşanan bazı «iyileşmeler» olsa da bunlar genel konjonktürel gelişmelerle ve AB Müzakere Süreciyle bağlantılıdır. Türkiye sürekli yerinde sayacak değildir, ağır aksak da olsa dünyada yaşanan gelişmelere ayak uyduracaktır.

Yukarıda yazdıklarıma rağmen Kürt Özgürlük Mücadelesinin artık silahla değil, başka ve zengin araçlarla sürdürülmesi gerektiğinin bilincindeyim. PKK’nin silahlı mücadeleyi sürdürdüğü dönemde Kürtlerin belli bir kesimi hep kendini saf dışında tuttu. Bu kesim silahlı mücadeleyi ve PKK’yi benimsemediğini, ancak yaşanan savaştan dolayı da başka bir şey yapamadığını ileri sürerdi. Eğer bu süreç silahların bırakılmasına kadar varsa o zaman sözkonusu kesim veya kesimlerin, Kürt Halkının özgürlüğünü sağlama amaçlı mücadeleye katılmama konusunda bahaneleri kalmayacaktır. İllahi bir hareketin çatısı altında veya bir siyasi partinin saflarında olmaya gerek yoktur, herkes kendi imkanları oranında elini taşın altına koyma zamanı gelecektir. Bu nedenle Kürt Sorununa esas çözüm süreci o zaman başlar diyorum.

Başlatılmış olan sürecin çok iyi yürüdüğüne aldanmamak gerektiğini düşündüğüm ve önümüzdeki yıllarda bazı sıkıntıların yaşanacağını tahmin ettiğime rağmen gelecekten de umitli olduğumu belirtebilirim.

Ahmet DERE  /  07.05.2013

7 Nisan 2013 Pazar

Süreç Gelişmek Zorunda

Newrozla birlikte başlayan süreç geri döndürülemeyecek bir viraja girmiştir. Bazıları kendine göre, veya karşısındaki kitleye şerbet dağıtmak amacıyla kulağa hoş gelen sözler etseler de bunlar gerçekleri uzun süre gizleyemez. Bu çabalar hem AKP ve hem de PKK-BDP tarafından özellikle gösterildiğini takip ediyoruz.

İmralı’da yapılan görüşmelerin sonucu olarak ortaya çıkan Newroz mesajı bir taraftan AKP’yi memnün ederken diğer taraftan da milliyetçi Türkleri hareketlendirerek hükümete geri adım attırmaya çalışılmaktadır. Milliyetçileri ikna etmek için AKP tarafından ince bir siyaset devreye sokulmuştur. Süreçle ilgili AKP kurmayları tarafından kulanılan cümleler dikkatle seçilmektedir. Amaçları ne PKK’yi attığı adımdan caydırmak, ne de milliyetçi Türkleri daha da azgınlaştırmaktır. Dolayısıyla bu yılın son aylarına kadar, yani sözkonusu bu süreç rayına oturana kadar AKP’nin işi hayli zor gibi görünüyor.

Newroz’dan sonra PKK ve ona yakın kurumların da ciddi bir ikna ve süreci « kavratma » çabaları içinde olduklarını izliyoruz. Bu noktada PKK’nin işi daha zor olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira sıfır taleple başlatılan süreci kabul etmeyen ve mağdur durumda olanlar Kürtlerdir ve en çok da zorlanacak olanlar PKK’li kadro ve çalışanlarıdır. Süreci kabul etmeyenleri ikna etmek pek kolay olmasa gerek.

Gördüğüm kadarıyla PKK ve ona yakın kurumlarda başlatılan ikna çalışmaları pek doğru ve gerçekçi temeller üzerinde yürütülmüyor. Newroz’da okunan mesaj ile ikna ve süreci « kavratma » amaçlı toplantılarda söylenenler arasında ciddi bir yaklaşım farkı görülüyor. Bana göre Newroz mesajı ve Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mektuplar, ya yeterince anlaşılmamıştır, ya da herkes kendine göre yorumlamaktadır ; her şeyden önce Newroz’da okunan mesajda kesin bir dille silahlı mücadele sürecinin bittiği, sıfır taleple silahların bırakılması icabeden momentin geldiği ve hatta bundan sonra islam kardeşliği bayrağı altında sistemin merkezinde yer almak için gereken siyasi mücadelenin yürütülmesi büyürülmüştür. Oysa halk toplantılarında, tv programlarında ve basın aracılığıyla kitlelere aktarılanlar buna pek uymamaktadır. Şimdiden kitlelerin kafasının karıştığını görmemek mümkün değildir. Dolayısıyla izlenen taktik ilk haftalarda « faydalı » olabilir ama daha sonra tersi bir etki yaratabileceğini söylemek gerekiyor. Özellikle tv programlarında konuşan PKK’li bazı kadroların söyledikleri çok soyut ve ezbere dayalı olduğunu da burada belirtmekte fayda vardır.

Geçenlerde Zübeyir Aydar’ın Murat Yetkin’e verdiği mülakattı okuyan herkes anlamıştır ki PKK bir an önce silahları bırakma taraftarıdır. Zira Zübeyir üzerinden verilen mesajda deniliyor ki « Bu süreç 2013 yılı içinde ve hızlı bir şekilde bitmelidir ». Başlatılan süreç geri döndürülemez olduğuna göre, ne kadar hızlı sonlandırılırsa tahribatlarının da o kadar az olacağını kestirmek mümkündür. Dolayısıyla Newroz mesajında ifade edilen « silahları bırakma zamanı gelmiştir » talimatı yavaş yavaş pratikleşecektir. Sellahattin Demirtaş’ın son olarak Kandil’den dönüşünde ifade ettiği « Kandil AKP’nin yaklaşımından rahatsızdır » sözü KCK’nin süreçle ilgili kaygılı olduğunu, AKP’ye güvenemediğini gösterse de bu pek bir şeyi değiştiremez. Zira sürecin devam etmesiyle ilgili Imralı’da anlaşma sağlanmıştır.

Gelişecek olan bur süreçte önemli gördüğüm bazı husular ;

-Bilindiği gibi Kürdistan dağlarında sadece PKK’li gerillalar yoktur,  türk soluna mensup bazı gerilla grupları da bulunmaktadır. Özellikle Dersim’de bulunan bu grupların durumu ne olacak acaba ? Bu süreç başlatılırken kendilerinin düşüncesi alındı mı ? Biliyoruz ki PKK gerillaları olmazsa türk soluna mensup gerilla gruplarının Dersim’de dayanabilmeleri mümkün olamaz. Ne olacak, acaba onlar da sıfır taleple bölgeyi terkedip silahlarını bırakacaklar mı ?

-Newroz’da okunan mesajda özellikle altı çizilen “İslam kardeşliği“ çizgisi geliştirilirken Ezîdî Kürtler ile Alevi Kürtlerin durumu ne olacak ? PKK saflarında şehit düşen yüzlerce ve hatta binlerce gerillanın Ezîdî ve Alevi ailelerden geldiklerini biliyoruz, onların aileleri ne düşünüyorlar ? Mevcut durumda da PKK saflarında yer alan yüzlerce Ezîdî ve Alevi ailelere mensup kadro ve gerillalar vardır, onlar ne düşünüyorlar acaba ?

-İran’ı biraz tanıyanlar iyi biliyorlar ki, Molla rejimi sürekli PKK’nin Türkiye’ye karşı yürüttüğü savaştan faydalandığı için onun  faaliyetlerine musamaha göstermiştir. Şimdiye kadar PKK’nin türk devletine karşı ilan ettiği tüm ateşkesler İran tarafından olumlu karşılanmamış, elinden geldiğince sabote etmiştir. İran’ın Kandil ve sınır bölgesi üzerinde belli bir hakimiyette sahip olduğunu da dikkate aldığımızda, önümüzdeki süreçte PJAK’a karşı nasıl bir tütüm alacak acaba ? Bu durum bağrında ciddi bir tehlikeyi barındırmaktadır.

Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, ben bu süreci kaçınılmaz olarak görsem de bu “Kürt Sorununa Çözüm Süreci“ olarak gördüğüm anlamına gelmez. Başlatılan süreç sadece gerillanın Kuzey’den geri çekilme ve akabinde de silahlarını bırakma sürecidir. Kürt Sorunu PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla ortaya çıkmış bir sorun olmadığı gibi silahların bırakmasıyla da çözülebilecek bir sorun değildir. Eğer BDP’nin aldığı oyları Kuzeyli Kürtlerin PKK’ye verdikleri destek olarak algılarsak o zaman PKK dışında kalan Kürtlerin dörte üçü nerede ve çözümle ilgili ne diyorlar ? Bu nedenle tüm Kürtler arasında ortak bir konsansus sağlanmadan Kürt Sorununun Çözümünden bahsedilemez. Her kim ki PKK’nin silah bırakmasıyla Kürt Sorunun çözüldüğünü hesaplarsa kesin bir şekilde kaybeden taraf olacağını belirtmek lazım.

Son aylarda bazı arkadaşlar beni arayarak, bana mesaj yazarak şunu soruyorlar ; “Heval ne zaman Kürdistan’a gideceksin ? (geleceksin diyenler de vardır) “ Bunu söyleyen ve yazan bazı arkadaşların şaka yaptıklarını biliyorum, ama bazıları da gerçekten ciddi söyliyorlar. Burada tüm bu arkadaşlara ortak bir cevap vermeyi daha uygun görüyorum;

Değerli arkadaşlar,

Kürt Sorununa Çözüm süreci sağlıklı bir noktaya varmadan bizim gibilerin Kürdistan’a dönme gibi bir durumu sözkonusu olamaz. Bunu hayal eden bazı arkadaşlar varsa da o ben değilim. Halk için en sağlıklı mücadele bizzat ülkede yapılabildiğini biliyorum, ama eğer bu imkan yoksa o zaman biz de bulunduğumuz alanlarda mücadelemizi sürdürmeye devam ederiz.

Ahmet DERE  / 08.04.2013

 

23 Mart 2013 Cumartesi

Veda-i Silah

Bu yılki Newroz bayramı tarihi bir sürecin başlangıcı olmuştur. Abdullah Öcalan’ın mesajında silahlı mücadele döneminin bittiği açık olarak söylenerek bundan sonra siyasal mücadeleyle gereken kazanımların elde edilmesi vurgusu kesin bir şekilde ifade edilmiştir. Yani PKK açısından artık Türk Devletine karşı silahlı mücadele dönemi kapanmıştır. Daha önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi, aslında bu süreç 2005 yılından beri kapanmıştır ancak, gerek Türk Devletinin politik yaklaşımları gerekse de PKK çevresindeki bazı etkenlerden ötürü bu süreç 8 yıl aradan sonra deklare edilmiştir. Şimdi geriye dönüp bakıldığında insan şunu demekten kendini alamıyor ; Neden bu kadar insan hayatını kaybetti, neden bu kadar yıl Kürdistan halkı üretimden uzak tutuldu, neden binlerce insan yıllarını dört duvar arasında geçirmek zorunda kaldı ?
Silahlar miyadını doldurmuştur, hem de yıllar önce. Ne var ki Abdullah Öcalan bunu söylemeden önce kimse buna akıl etmedi, veya bunu söyleme cesaretini gösteremedi. Söyleyenler olsa da dikkate alınmadı, hatta kendilerine hakaret edildi (Osman Baydemir olayında olduğu gibi).

Zararın neresinden dönülürse kârdır mantığıyla hareket etmenin çok akıllıca olmasa da alkışlanması gerekir diye düşünüyorum. Hele hele bu zarar insanların hayatı ise ona son verme yaklaşımının daha güçlü alkışlanması gerekir.

Newroz’dan sonra türk medyasında yapılan yorumlarda alıştığımız uslüpten farklı bir yaklaşım görülmemektedir. PKK sıfır taleple silahlı güçlerini sınır dışına çıkaracağını ve daha sonra da silahlarını bırakabileceğini en üst yetkilisinin ağzından ve milyonlarca kişinin huzurunda deklare etmiş olmasına rağmen hala « PKK taktik yapıyor, acaba devlet ile PKK arasında ne gibi bir anlaşma sağlanmıştır » diye yorumlar ve analizler yapılmaktadır. Bunu söyleyenler de çok iyi biliyorlar ki devlet PKK’ye herhangi bir vaate bulunmamıştır. Devletin vaad ettiğini düşünmediğim ama yapması gerektiği açık olan şudur ; PKK’nin sınır dışına çıkmasını ve daha sonra da silahlarını bırakmasını kolaylaştırmak için bazı adımları atmak zorundadır. Devletin yapacağını söylemediği ama yapmak durumunda olacağı bu yaklaşımlardan ötürü « PKK’ye taviz veriliyor » diye bağıranların sesi oldukça gür çıkıyor. Bunların tek amacı PKK silahlarını da teslim etmeye geldiğinde vurulup imha edilmesidir.

Evet, Newroz’da okunan mesajda hiç bir talep yoktur, BDP’nin ileri sürdüğü ise tamamen silahlı güçlerin sınır dışına çıkmasını kolaylaştıran ve daha sonra da silahların bırakılmasına zemin hazırlayan taleplerdir. Yani eğer devletin silahlı güçleri Kürdistan dağlarında operasyon yapmazsa bu verilen bir hak değildir, veya PKK’ye verilmiş bir taviz değildir. Tam tersine akıllı bir devlet bu süreçte operasyon yapmaz ki PKK’nin silahlı güçleri çabuk ve hızlı bir şekilde sınır dışına çıksın. Sınır dışına çıkan PKK’lilerin silahlarını bırakması için ise akıllı devlet ya genel, ya da özel bir af çıkarır ki elinde silahları bulunan PKK’liler dağdan insinler. Ne operasyon yapmama ne de genel veya özel bir af Kürtlere verilmiş bir hak olarak görülmemelidir. Keza Yerel Yönetimlerin Yetkilerinin Genişletilmesi de öyle, eğer devlet yarın veya öbürsü gün Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Şartını imzalarsa bu PKK’nin veya BDP’nin taleplerine verilmiş bir cevap sayılmamalıdır. Zira yıllardan beridir Türk Hükümeti söz konusu bu şartı imzalayacağını taahut etmiştir ve Avrupa Konseyinin takvimine göre bunun 2013 yılında veya 2014 baharında gerçekleşmesi gerekir. Yarın veya öbürsü gün Türk Hükümeti bu şartı imzalarsa kimse kendine pay çıkarmamalıdır. Hele hele BDP bunu kendisi için bir diplomatik başarı olarak görmemelidir. Kürt halkını elde edilmemiş bir zaferle aldatmak kimsenin hakkı değildir.

Bazıları 2013 Newrozunu zafer bayramı olarak değerlendiriyor. 2005 yılından beri silahların bırakılması gerektiğini düşünen ve geçte olsa bu yıl başlatılan süreci olumlu görmeme rağmen ortada zafer niteliğinde bir şeyi göremediğimi de belirtmek istiyorum. Yani silahların bırakılmasını istemekle bugün atılan adımın zafer olduğunu söylemek aynı şey değildir. Silahların bırakılması sadece dönemi geçmiş bir aracı rafa kaldırmaktır, mücadele yeni ve modern yöntemlerle devam edilmesiyle ancak bir « zafer » elde edilebilir. Bu ise bundan sonra Kürtlerin yapacakları mücadeleyle bağlantılıdır.

PKK silahlarını bırakacağını işaret ettikten sonra, daha önce silahlı mücadelenin çok gerekli olduğunu söyleyen ve yazan kimi çevreler hiç istifini bozmadan bu sefer de yeni süreci ateşli ateşli savunmaya koyulduklarını göruyorum. Bu yaklaşımları gördüğümde tiksinmemek elde değildir. İnsan bu kadar kişiliksiz olmamalıdır. PKK’nin neden böyle bir adımı atmak zorunda kaldığını henüz anlamadan ona yalakalık yapmak kişilikli birine yakışmaz. Kimseye karşı çıkın demiyorum, ama kişilikli biri en azından susmasını ve süreci az da olsa anlamasını bilmelidir. Dikkat ettim, özellikle kürt basınından bazıları, ki bir çoğu pek de okunmayan sitelerde yazıyorlar, bu mücadeleye hiç bir değer katmamış olanlardır, ne kendisi ne de yakın ailesinden bedel ödememiş bu tür kişiler PKK’den ve ona yakın olan çevrelerden çıkar sağlamak için bukalemun gibi reng değiştiriyorlar.

Newroz’da atılan adım geri dönülmesi imkansız olan bir sürecin başlangıcıdır. Bundan sonra ne olacağını tahmin ediyorum ; herşeyden önce PKK ve ona yakın çevereler ciddi bir sarsıntıyı yaşayacaklardır. Silahlı mücadeleye göre eğitilmiş ve ona göre örgütlenmiş bir hareketin  rahat rahat siyasal bir çalışma ortamına adapte edilmesi zordur. Diğer taraftan silahlı mucadele beraberinde belli bir yaşam ve o yaşamı idame eden imkanları da yaratmıştı, oysa siyasal mücadelede bunlar kolay sağlanamıyor. Bu nedenle gelişecek olan süreç kendi içinde sıkıntılı bir durumu yaşayacağını şimdiden görmek mümkündür.

Eğer Kürtler demokratik bir zihniyeti esas alarak hareket ederlerse bence Newroz’da başlatılan süreç zafer olmasa da zaferi getirebilecek bir dönemin başlangıcı olabilir. Dolayısıyla bu yeni süreç hepimize hayırlı olsun diyorum.

Ahmet DERE  /  23.03.2013

8 Şubat 2013 Cuma

Avrupa Parlamentosu ve Diyalog Süreci

Avrupa Birliği Türkiye ve Kürt Sorunuyla yakından ilgilenen bir müesesedir. Hem Avrupa Parlamentosu hem de Avrupa Komisyonu yılda bir sefer Türkiye ile ilgili rapor yayınlıyorlar. Bu raporlarda Kürt Sorunu da gündeme alınıyor, bu noktada elleştiri ve öneriler sıralanıyor. Ancak Kürt Sorunuyla ilgili şimdiye kadar somut bir yaklaşımı ortaya koymuş değildir Avrupa Birliği.

Geçtiğimiz günlerde, 6 Şubat Çarşamba günü, Avrupa Parlamentosu yaklaşık bir büçük saat boyunca  ''Kürt Sorununa barışçıl çözüm için diyalog'' tartıştı. 35'e yakın parlamenterin söz alarak tartışmalara katıldığı AP Genel Kurulu'nda Diyalog Sürecine tam destek mesajı çıktı.

Yakından takip ettiğim AP’deki bu oturumda yapılan konuşmaların tamamında Diyalog Sürecine destek ifade edilirken, aynı zamanda Paris Katliamı da kınanarak, bu hunharca olayın sürece engel teşkil etmemesi gerektiği ifade edildi.

Gerek gruplar ve gerekse de kendi adına konuşan parlamenterlerin hemen hepsi artık Kürt Sorununa çözümün geliştirilmesi gerektiğini ifade ederek, AB’nin bu noktada gereken desteği vermesi zamanı geldiğini belirtiler.

Tüm konuşmaların içeriğini dikkate aldığımızda, geçmişte olduğu gibi, yine pragmatik yaklaşım öne çıktı. Bir taraftan PKK kınanırken ve AB’nin Terör Örgütleri Listesinde yer aldığı vurgulanırken, diğer taraftan da Abdullah Öcalan ile başlatılan diyaloğun önemli olduğu ve bunun geliştirilmesi gerektiği vurgulandı. “Terörist“ olarak görülen bir örgüt ile diyaloğun geliştirilmesi gerektiğini belirten çoğu AP milletvekillerinin önümüzdeki süreçte PKK ile ilgili farklı bir yaklaşım içinde olacaklarını şimdiden görmek mümkündür. Büyük bir ihtimalle AB PKK’yi kendi terör örgütleri listesinden çıkaracaktır. Diyalog Sürecine tam destek vermenin bunu gerektirdiği bir gerçektir. Nitekim yapılan oturumdan sonra konuştuğum bazı milletvekilleri böylesi bir adımın atılması için önümüzdeki süreçte somut bazı girişimlerde bulunacaklarını da bellirtiler.

Bazı konuşmacılar türk hükümeti ile Abdullah Öcalan arasında başlatılan süreci beklemediklerini, ama bunun başlatılmış olmasının çok önemli olduğunu belirtirken, bu süreci “Erdoğan ve Öcalan arasındaki diyalog süreci“ olarak ifade edenler de oldu.

Diyalog Sürecinin sağlıklı sürdürülmesi için PKK’nin bir an önce silahlarını bırakması gerektiğini belirten AP parlamenterinin çoğu sağcı gruplara üye olduklarını da belirtelim.

AP’de yapılan oturumda Kürt Sorununa doğru bir çözümün bulunması için yeni bir anayasanın gerekliliği de özellikle vurgulanan hususlardan biri oldu. Yeni bir anayasada hem Kürtlerin haklarının güvence altına alınması, hem de yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi gerektiğine dikkat çekildi.

Son yıllarda tutuklanan gazetecilerin durumu da çoğu konuşmacıların dikkat çektiği hususlardan biri oldu, bu konuda türk hükümetinin düşünce özgürlüğüne saygılı davranması gerektiğine dikkat çektiler.

Avrupa Parlamentosunun bu süreçte böylesi bir özel oturumu yapmış olması manidardır. AKP’nin rızası alınmadan yapılmış bir oturum olduğunu söyleyemeyiz. Avrupa Birliği AKP’nin Imralı ile başlatığı diyalog sürecine desteğini göstererek, bir anlamda sözkonusu süreçte taraf olduğunu da beyan etmiştir.

Silahların Susması

İmralı ile devam eden müzakerelerin belli bir noktaya vardığını tahmin ediyoruz. Eğer BDP’den ikinci bir heyet Imralı’ya giderse, büyük bir ihtimalle gerillanın Kuzey’den çekilmesi talimatı verilecektir. Ancak bu konuda AKP-Ordu kış sürecini PKK’ye darbe vurma ve gücünü azaltma çabası içindedir. Kış süreci TSK açısından avantaj teşkil ettiği için elinden geldiği müddetçe bu süreci uzatmak istiyor. Dolayısıyla BDP’den ikinci heyetin gitmesine musaade etmiyor. Ne zaman TSK için etkin operasyon yapma imkanı ortadan kalkarsa o zaman BDP heyeti Imralı’ya gider ve geri çekilme talimatı verilir.

Öyle görülüyor ki 2013 yılı silahların susma yılı, hatta silahların bırakılma yılı da olabilir. Gelişmeler öyle gösteriyor. Silahların artı bir sonuç yaratmadığı herkes tarafından biliniyor. Ancak silahların susması veya bırakılması Kürt Sorununun çözümü anlamına gelmez, bana göre Kürt Sorununa çözüm bulma süreci esas olarak o zaman başlar.

Bir sonraki yazımda bu konuyu daha geniş açacağımı şimdiden belirterek yazıma nokta koyuyorum.

Ahmet DERE / 08.02.2013