29 Ocak 2012 Pazar

Fransa ve Türkiye

Fransa Senatosu Soykırımların inkarını suç sayan yasa tasarısını 23 Ocak günü 128 oyla onayladı, Nicolas Sarkozy tarafından da imzalanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Yasa tasarısının mimarı ve aynı zamanda teklifi sunan milletvekili Valerie Boyer bir türk televizyon kanalına verdiği mulakatta şöyle demişti "Cumhurbaşkanı Sarkozy göreve geldiğinde soykırım inkarının suç sayılmasının yasalaştırılacağı sözünü vermişti. Ermenistan ziyaretinde de verdiği sözleri yineledi. Cumhurbaşkanı'nın verdiği bir sözü yasama erki olan meclisin yerine getirmesi son derece normal".
Gerek Fransa’daki bazı çevrelerin, gerekse de Türkiye’nin bizzat çabalarıyla bu yasanın anayasa mahkemesine götürülmesi yönündeki çalışmalar vardır, ancak bunun ne kadar sonuç alacağı belli değildir. Bir anlamda bundan sonra, Fransa’da resmen tanınmış olan soykırımları inkar edenler cezai yaptırımla karşılaşabilecekler, yani hem Yahudi ve hem de Ermeni Soykrımı’nı inkar edenler aynı şekilde cezalandırılmış olacaklar.
Bir defa şu hususun iyi anlaşılması gerekir; Fransa’da onaylanan ve yürürlüğe giren yasa sadece ermeni soykırımı’nı inkar etmeyi suç sayan bir madde değildir, Fransa’da resmen tanınmış olan Yahudi Soykırımı‘nı inkar eden birilerine karşı da aynı cezai yaptırım uygulanacaktır. Dolayısıyla olayı sadece Ermeni Soykırımı ile sınırlı ele alınması yanlıştır ve maksatlı yapılmaktadır. Diğer bir husus da düşünce özgürlüğü ile ilgili olan yaklaşımdır. Bu yasa ile Fransa’nın düşünce özgürlüğüne darbe vurmuş biçiminde değerlendirmeler çoktur. Bu noktada Fransa’yı elleştirenler yaşadıkları ülkede ne kadar gazetecinin cezaevinde olduğunu görmüyorlar bille. Ayrıca bir insanlık suçu olan soykırımı inkar etmenin düşünce özgürlüğü ile hiç alakası yoktur. Bu nedenle aynı kriter yakında AB’ye üye olan tüm ülkelerde de geçerli hale gelebilir.
Anlaşılması gereken diğer bir husus da şudur; Fransa 2001 yılında Ermeni Soykırımı’nı resmen tanıyan bir ülkedir. Ve 2001 yılında Türkiye tarafından pek ciddi bir tepki gösterilmemişti. Eğer gerçekten bir yaygaraya ihtiyaç varsa o da 2001 yılında olmalıydı, yani Fransa’nın söz konusu soykırımı resmen tanıdığı dönemde. Bilindiği gibi 2001 yılında AB-Türkiye müzakere sürecinin başlaması tartışmaları vardı. O dönemde Türkiye ile Fransa arasında gizli bir anlaşma yapılmıştı. Yani Türkiye ses çıkarmayacak, Fransa ise AB-Türkiye müzakere sürecinin başlaması için çaba gösterecek. Takip ettiğim kadarıyla öyle de oldu.
Bugün ise durum farklı gelişti, önce Fransa herhangi bir anlaşmaya yanaşmadı, bunun üzerine AKP kamuoyunu kışkırtarak yaygara çıkarmaya başladı. Yasa Fransız meclisinden geçip Senato’nun kapısına dayanınca her iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerginleştrildi. Bu noktada ROJ TV ile ilgili factör devreye girdi. Bir anlamda hem Türkiye ve hem de Fransa bir konuda anlaşma gereğini duydular ki bunun kurbanı olarak da yine Kürtler seçildi. Dolayısıyla Türkiye ve Fransa arasında  gizli bir anlaşma yapılarak sorun çözülmüş oldu. Türkiye tarafından bu kadar gürültü çıkarmanın karşılığı ROJ TV’nin sesini kesmek olmuştur. Bilindiği gibi öyle de oldu, 22 Ocak’tan sonra Fransız uydu şirketi olan Eutelsat Roj TV yayınlarını kesti.
Türkiye’deki iktidarlar sistemi ile halk arasında sürekli bir güvensizlik ve ikiyüzlülük hakim olmuştur. 2001 yılında Fransa’ya karşı sesiz kalıp kendine AB yolunda bir adım atmak isterken,  bugün ise gürültü çıkarıp başka bir konuda taviz koparmak olmuştur. Halbuki Fransa’nın bugün yaptığı sadece 2001 yılında kendi ülkesinde resmen tanıdığı bir yasayı hukuki yolarla korumaya almaktır.
Hatırlatmak gerekirse; Ermeni Soykırımı sadece Fransa’da tanınmamıştır, aynı zamanda İsveç, Almanya, Holanda, Belçika, Venezuela, Şili, Uruguay, Arjantin, Litvanya, Polonya, Slovakya, İtalya, Yunanistan, Lubnan, Rusya Federasyonu ve Kıbrıs Rum Kesimi tarafından da resmen tanınmıştır.
Pekiyi böyle olursa bundan sonra ne olacak ? Bana göre çok ciddi bir şey olmayacaktır. Roj TV üzerinden Fransa rüşvetini vermiştir, bundan sonra ne Türkiye Fransa ile varolan ilişkilerini çok zedeleyecek bir yaklaşım gösterecek ne de Fransa veya AB bu yasa gereği çok ciddi bir hukuki süreci başlatacaktır. Bu konu bir süre kamuoyu tarafından tartışılacak ve daha sonra her iki ülke tarafından da üstü örtünmeye çalışılacaktır. Tabii unutulmaması gereken diğer bir şey de Fransa’da etkin olan Ermeni Diyasporasının bu noktadaki yaklaşımı ve göstereceği çabalardır. Fransa ve Türkiye konuyu kapatmak isteseler bile Ermeni Diyasporasının boş durup durmayacağını tahmin etmek zordur.
Hatırlatalım ; Fransa’da Ermeni ve Yahudi Soykırımı’nı inkar edenlere karşı bir yıl hapis ve 45 bin euro para cezası öngörülüyor.
Ahmet DERE  / 29.01.2012

16 Ocak 2012 Pazartesi

AKP-Devlet ve Yeni Süreç

Rejime karşı olma pozisyonundan başlayarak rejimle bütünleşip onu en iyi biçimde temsil etme noktasına gelmenin en iyi fotoğrafı AKP’de görülür. Refah partisi döneminde rejime karşı olan Neo-İslamcılar 2001 yılında rejimle ilk uzlaşma amaçlı temasını AKP’yi kurarak gerçekleştirdiler. 2007’de yapılan genel seçimlerle birlikte yavaş yavaş devleti ele geçirmeye başlayan AKP’liler, 2011 seçimlerinden sonra ise devlet olma çabalarının hasılatını toplamaya başladılar. Dolayısıyla AKP devlettir, devlet de AKP’dir, ikisi birbirinden ayrılamaz bir bütün olmuşlardır.
Biz Kürtlerde siyasi öngörü gücü henüz yeterince gelişmediği için, 2007 seçimlerinden önce AKP’nin devlet ile çelişkili olup Kürt Sorununu çözmede makul olabileceğini düşünmüştük. Bu naif düşünceden hareketle DTP’nin aday göstermediği seçim bölgelerinde AKP’den yana –dolaylı da olsa- bir yaklaşım göstermiştik. Seçimlerden AKP önemli bir oy alarak galip çıktıktan sonra, daha önce yapılmış olan Dolmabahçe görüşmesini de önemli bir zemin olarak kulanıp yavaş yavaş devlet ile tam bir uzlaşma arayışı içerisine girdi. 2007’nin yarısı ve 2008 yılının tamamı AKP açısından devlet olmaya dönük bir mücadele ile geçmiştir. Bu süreçte Kürt Sorunu ile ilgili devletin rutin politikaları uygulanmıştır. Zira, AKP’nin devlet ile tamamen bütünleşmesi için Kürt Sorunu gibi ciddi ve aynı zamanda da tehlike arz eden bir problemden korunması gerekirdi, öyle de yapıldı.
2009 yılından itibaren AKP açısından yeni bir süreç başlamıştır, gerek Kürt Sorunu konusunda gerekse de kendi iktidarına karşı rahatsız olan çevrelere karşı atağa geçme zamanı gelmiştir. Dikkat edilirse KCK Operasyonları bu dönemde başlatılmış, daha önce kısmen başlatılmış olan Ergenekon Operasyonları ise hızlandırılmış, çerçevesi genişletilmiştir.
« Demokratik Açılım » diye bir sürecin geliştirilmesi de bu döneme tekabul ettiğini görüyoruz. 
Yapılanlar tamamen planlı ve belli bir politik çizgi temelinde hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bir taraftan gelişen Siyasal Kürt Hareketini çembere almak, diğer taraftan da hem devletin çıkarları gözetilerek ve hem de değişen dünya konjonktürü dikkate alınarak hareket edilmiştir. Tüm bunlar yapılırken AKP-Devlet konseptinin iyi pekişmesi için 2011 seçimlerin sonuçlarının da beklenmesi gerektiği hesap edilmiştir. Ve 12 Haziran 2011 seçimlerinde AKP-Devlet amacına uygun olarak bir sonuç elde etti. Bu tarihten itibaren AKP-Devlet bütünleşmesi tamamen gerçekleşmiştir.
Bazıları AKP’nin devleti ele geçirdiğini söyleyip Devleti ve Cumhuriyeti savunmaya çalıştıklarını iddaa ediyorlar. Bu sloganı en fazla atan çevreler ise CHP ve sözümona Cumhuriyetçilerdir. CHP kendi kalesi olarak kabul ettiği Devlet ve Cumhuriyetin AKP ile bütünleştiğini görünce savunmaya geçmiş, AKP’nin kendisinden daha fazla devletçi kesilmesini hazmedememiştir. Tüncelili Kemal Kılıçdaroğlu’nun da çabaları bu gerçekliği önleyememiştir.
2012 yılı hem AKP-Devlet açısından ve hem de Kürt Sorunu açısından yeni bir sürecin başlangıcı olarak görmek gerekir. Son günlerde AKP kurmayları tarafından « ikinci demokratik açılımı » sözleri sık sık dilendirilmesi de bu yeni sürecin işaretidir. AKP-Devlet tarafından « Kürtler vardır ama Kürt Sorunu yoktur » biçimindeki söylem de gelişecek olan sözkonusu bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketini zayıflatıp tehlike olmaktan çıkarmaktır. Hiçbir hukuki dayanağı olmayan KCK Operasyonları bu sürecin en etkili araçlarından bir tanesidir. Gerillaya karşı yapılan operasyonları da bu çerçevede görmek lazım.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım bu yeni süreçte bazı kürt çevrelerin hunerleri de sahneye alınacaktır. Başta AKP içindeki Kürtler olmak üzere Kemal Burkay, Muhsin Kızılkaya, Umit Fırat gibi kamuoyu tarafından tanınmış şahsiyetlere de davetiye çıkarılmıştır. Önümüzdeki aylarda bu konudaki uğraşların ayak sesleri daha açık bir şekilde duyulacaktır. Dolayısıyla varlığı kabul edilen « Kürtlere » devletin biçeceği kaftan giydirilecektir.
Avrupa Parlamentosunun Türkiye ile ilgili hazırlamaya çalıştığı raporun taslağında PKK ile ilgili bölümde kulanılan uslüp ve Türkiye Ropörtürü Ria Oomen-Ruijten’in yaklaşımı, AKP-Devlet tarafından geliştirilecek olan Kürt Sorununa « çözüm » sürecinin uluslararası ayağının bir parçası gibi görülmelidir. Keza, Roj TV’in kapatılmasıyla ilgili Danimarka’da yapılmaya çalışılan yasa değişikliğine ilişkin çabaları da bu doğrultuda bir adım olarak görmek lazım. KCK ve Ergenekon davalarından tutuklu olanların yargılama süresinin uzaması AB çevrelerinde belli bir rahatsızlık yaratmış olup bu noktada bazı elleştirilerin yapılıyor olmasını ayrı bir mecrada görmekte fayda vardır. Mesele Kürt Sorunu olunca AB’nin yaklaşımı AKP-Devlet politikalarından pek farklı gelişmeyeceğini şimdiden görmek mümkündür.
2012 yılı hem Kürt Özgürlük Hareketi ve hem de AKP-Devlet açısından bellirleyici bir öneme sahiptir. Kış koşullarına rağmen durmayan askeri operasyonlar bundan sonra da devam edeceğe benziyor. Öyle anlaşılıyor ki KCK Operasyonları da genişleyerek sürdürülecektir. Böylesi bir atmosferin egemen olduğu bir Türkiye’de avukatların Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmesine de rahat rahat izin verilmeyecektir. BDP’ye karşı TBMM çatısı altındaki yaklaşımın da bu yeni sürecin amacına uygun olarak gelişeceğini tahmin etmek zor değildir.
Bu yazıya konu ettiğim AKP-Devlet ve Yeni Süreç genel olarak biz Kürtlere de önemli görev ve sorumlulukları yüklemektedir. Daha önce Rûdaw gazetesindeki bir yazımda da başlık olarak kulandığım “Bahara Navxweyî ya Kurdan“ (Kürtlerarası Bahar) giderek daha fazla aciliyet arzetmektedir. AKP-Devlet bütünleşmesiyle halkımıza dayatılmak istenen yeni konseptin boşa çıkarılması için Kürtlerin birbütün olması şarttır. Tarihten ders çıkarılmak isteniyorsa, bir an evel bireysel, örgütsel, gurupsal çıkarların ve şimdiye kadar gelişen uslübün bırakılması elzemdir. Aksi halde  hiç kimse kazanamayacağı gibi, tarihsel sorumluluğun altından da kalkmanın çok ama çok zor olacağını hepimiz bilmeliyiz.
Ahmet DERE  /  16.01.2012