21 Şubat 2010 Pazar

AP Raporu ve Kürtler -Ahmet DERE-

11 Şubat günü Avrupa Parlamentosu Türkiye ile ilgili yıllık raporunu Strasbourg’daki Genel Kurulunda tartıştıktan sonra büyük oy çokluğuyla resmen kabul edip kamuoyuna açıkladı. Bu rapor geçen yıldan beri aynı kurumun dışişleri komisyonunda tartışılmaktadır. Yani söz konusu belgeye giren hususlar uzun bir süre ve geniş bir şekilde tartışılarak netleştirilmiş olanlardır, tesadüfi veya emrivaki bir rapor değildir.

Diğer bir husus da, özellikle türk basınında sık sık AP raporlarının uygulanabilir olmadıkları vurgulanıp durulmaktadır. Eğer Türkiye ile iyi şeyler yazılsa türk basını onu göklere çıkarır, öve öve bitirmez olacaktı. Oysa AP raporları Avrupa Birliğinin karar mercilerine referans teşkil eden en önemli belgelerdir. AP’nin karşı çıktığı kararlar ne AB Komisyonu ne de AB Zirvesi tarafından kolay kolay alınamaz.

Gelelim AP raporu ile Kürt Sorununa. Ben AB’nin bu kurumunun çalışmalarını 1993 yılından beri takip ediyorum. 2000 yılına kadar bu kurumda Kürt Sorunu ile ilgili hatırı sayılır tartışmaların yürütüldüğünü, kararların alındığını söylemek mümkündür. Ne zaman ki Kürt Özgürlük Hareketi strateji değişikliği yaptı ve gerilla güçlerini Türkiye sınırları dışına çektiyse, işte o zaman AP’de ciddi bir tavır değişikliği gelişti. Açıktan olmasa da, dolaylı olarak savaşın durmasını istemeyen bir yaklaşım gelişti. Sadece Sol Gurup ve kısmen de Yeşiller Gurubu bu konuda biraz daha özgün bir politika izlemiş oldular, AP’nin diğer tüm gurupları hemfikir olup Kürt Sorunu ile ilgili yeni ve ortak bir konsept geliştirdiler.

Hollandalı Hıristiyan Demokrat Parlamenter Ria Oomen-Ruijten tarafından hazırlanan bu yılki raporda en fazla göze çarpan husus Türkiye’nin derhal askerlerini Kıbrıs’tan çekmesini istemesi olmuştur. Türk yetkilileri tarafından çok sert bir tepkiyle karşılanan husus da bu olmuştur.

Söz konusu raporun tartışıldıgı oturumda Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu yeni üyesi Stefan Füle de hazır bulundu ve Türkiye ile ilgili ilk resmi açıklamasını da yapmış oldu. Füle açık bir şekilde Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine tam uyumu sağlaması, temel hak ve özgürlüklere tam saygı göstermesi, dürüst bir sürecin yürütülmesini sağlaması ve AB’nin hazmetme kapasitesini dikkate alınması gerektigini vurguladı. Bu sözler daha önceki yetkililer tarafından da sık sık söylenmiş olsa da, Füle’nin ilk açıklamasında buna özellikle dikkat çekmesi önemli bir işarettir.

DTP'nin kapatılması da AP raporunda yer almıştır, ancak bu konuda daha çok kaide yerine getirilsin yaklaşımının ötesine geçmediğini de belirtmek gerekiyor. DTP'nin kapatılmasından ve parti üyelerine yönelik son tutuklamalardan sadece üzüntü duyulmuş olduğu belirtilen belgede, aynı zamanda Türkiye'de siyasi partilerin kapatılmasını düzenleyen yasaların Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Avrupa Konseyi Venedik Komisyonunun önerileriyle uyumlu hale getirilmesi çağrısı da yapılmış ve bu konuda Türkiye'nin kapsamlı bir anayasa reformuna ihtiyaç duyduğu da tekrarlanmıştır.

Maalesef AP 2000 yılından beri hazırladığı tüm raporlarında tekrarladığı şablon paragrafı bu yılki raporunda da yerini korumuştur. Yani Kürt Özgürlük Hareketi yine terörist bir örgüt olarak nitelendirilmiş ve silahlarını bırakarak Türkiye hükümetinin siyasi inisiyatifine cevap vermesi gerektiği istenmiştir.

Genel olarak rapora bakıldığında, ne yazıkki AP gelenekselleşmiş Avrupa Birliğinin Kürt Sorunu ile ilgili ikiyüzlü politikasına sadık kaldığını birkez daha tekrarlamış olmaktadır. Burada yine Kürt örgütleri, ve özellikle de BDP üzerine önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Ahmet DERE / 21.02.2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

Düşünce Özgürlüğü

Binlerce yıldır insanlık çeşitli güçlerin hegemonyası altında yaşamış, gelişen düşüncesi de ilgili güçlerin çıkarlarına göre şekilenmiştir. Grek Filozofları olan Sokrates, Aristo, Eflatun ve diğerlerinin verdikleri mücadeleyi ”Antik Çağ” a ait olarak değerlendirdiğimiz için modern çağın mücadelesiyle karşılaştıramayız. Dolayısıyla Rönesanstan sonra esas olarak Fransa Burjuva Devrimiyle birlikte (1789), başta Avrupa’da olmak üzere, düşünce özgürlüğü ile ilgili beli kıpırdamalar sözkonusu olmuştur. Daha öncesinde, 17. yüzyılda, Galile’nin ”dünya dönüyor” diyerek Engizisyon mahkemelerinde yargılandığını biliyoruz. Ancak Galile’nin, kerhen de olsa, geri adım atması onun gösterdiği çabalar düşünce özgürlüğü mücadelesi hanesine yazılmamıştır.

Katı feodal değer yargılarının, teokratik ve otokratik yönetim sistemlerinin hâkim olduğu 18. ve 19. yüzyıllar bu mücadele alanı açısından pek olumlu bir süreç sayılmamaktadır. Esas olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle beraber giderek toplumun birçok kesiminde taban bulan bir düşünce özgürlüğü mücadelesi gerçeği ortaya çıktığını görüyoruz. Henüz bir çok yönüyle eksik olan bu mücadele 21. yüzyılı önemli bir zaferle taçlandıracağına inanıyorum.

Geri kalmış ülkelerin bu mücadele alanıyla ilgili sicilleri oldukça kabarıktır. Türkiye bu kategoridedir. 1970’lerden sonra bu alanda belli bir gelişme yaşanıyor olsa da henüz ciddi problemlerin olduğu bir ülke olduğunu da biliyoruz. Mevcüt durumda yüzlerce Kürt ve Türk aydını düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde tutulmaktadırlar. Bir anlamda Kürtlerin ve demokratların düşünceleri önemli bir tehlike olarak görülmektedir. Öyle zanediyorum ki bu konuda Türkiye Cumhuriyeti daha ciddi ve sancılı bir süreçten geçecektir. 21. yüzyıl, her alanda olduğu gibi, özellikle düşünce özgürlüğü alanında Türkiye’ye başka bir şans tanımayacaktır.

Kürtlerdeki düşünce özgürlüğü mücadelesi ile genel anlamda özgürlük ve demokrasi mücadelesi içiçe gelişmiştir. Zira Kürtlerin düşüncesi ile madi ve fiziki varlıkları aynı düzeyde zincire vurulmuştur. Bu zincirden kurtulmanın yolu bireyin öziradesi ve özgüveninden geçmektedir. Kendi iradesine değil başkalarına bağımlılık hali Kürtlerde kökleşmiş bir hastalık olmuştur. Ne var ki bu durum henüz biz Kürtlerde önemli bir etkiye sahiptir. Aşılması kaçınılmaz olup sağlıklı bir kişiliğin buradan geçtiğini bilmeliyiz.

Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin dünyada örgütlendikleri ve geliştikleri yıllar olan 1970’lerden sonra düşünce özgürlüğü alanındaki mücadele de daha ciddi bir boyut kazanmış ve modern bir sürecin başlangıcı yapılmıştır. Kürtler açısından olaya bakıldığında bu süreç Kürdistan’ın her dört parçasında da yeniden uyanış anlamında gelişen örgütlenmelere yol açmış, giderek 1980’li yıllara gelindiğinde ise daha çağdaş örgütlenmelerin yaratılmasına vesile olmuştur. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi, özellikle 1990’lı yıllardan sonra yenilemiyecek bir güce sahip olmuş ise bunda 1970’lerden sonra gelişen mücadele ve özellikle de düşünsel anlamda yaşanan devrimle mümkün olmuştur.

Özgürlük anlamında yaşanan tüm gelişme alanlarında olduğu gibi, düşünce özgürlüğü alanında da 1990’li yıllar Kürtler için ayrı bir öneme sahiptir. Genel duruma bağlı olarak, Kürtler yavaş yavaş kendi medya araçlarına da bu süreçte kavuştular. İlk Kürt Televizyonu olan MED TV bu yıllarda açılmış diğerleri onu izlemişlerdir. Henüz yeterli olmasa ve parçalı bir duruş sergileseler de Kürtlerin medya araçları düşünce özgürlüğüne de önemli oranda hizmet etmektedir. Günümüzde medya araçlarının düşüncenin gelişimi üzerinde yadsınamaz bir etkisi olduğunu kimse inkâr edemez. Dolayısıyla egemen güçlerin çeşitli baskılarına rağmen Kürtler kendi öz medya araçlarını geliştirme mücadelesinden vazgeçmemektedirler. Bu araçların doğru kulanılması durumunda Kürtlerin tarihinde yeni sayfalar açılacaktır. Er veya geç olması kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Genel özgürlükler ve evrensel haklar bağlamında düşünce özgürlüğünün yeri çok belirleyici olduğunu herkes dile getiriyor. Varlığını korumak isteyen herhangi bir halk herşeyden önce bu özgürlük alanından vazgeçmemeli, herşeye rağmen onu koruyup geliştirmelidir. Aksi halde ne onurlu bir yaşamdan bahsedilebilir ne de insan olmaktan.

Not: 21. Yüzyılda Kürtler adlı kitabımda bu konu genişçe değerlendirilmiştir.

Ahmet DERE / 07.02.2010