14 Nisan 2012 Cumartesi

Fransa Seçimleri ve Kürtler

22 Nisan günü Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu yapılacak, 6 Mayıs günü ise ikinci ve nihai tur gerçekleşecek.
 
 
Nicolas Sarkozy’nin partisi olan UMP (eski ismiyle RPR)  1995 yılından beri Cumhurbaşkanlık koltuğunu elinde tutmaktadır. Yani 17 yıldır Fransa bir parti tarafından yönetilmektedir. Merkez Sağ Partisi olan UMP Nicolas Sarkozy tarafından tamamen sağa kaydırılmış, Jean-Mari Le Pen’in partisi olan (Mevcut durumda kızı Marine Le Pen tarafından idare edilmektedir) Ulusal Cephe’nin sağında yer almaktadır. Bu yıl ki seçimleri kazanabilmek için tamamen sağcı ve siyasetinin merkezine de güvenlik sorunlarını alan Sarkozy bu son günlerde uslübünü daha da sağa kaydırmıştır. Yabancılara karşı pek hoşgörülü olmamasına rağmen, bu parti hem Yahudilerden hem de Ermenilerden oy almaktadır.
 
 
Nicolas Sarkozy’nin rakibi ise Sosyalist Parti’nin adayı olan François Holland’dır. François Mitterrand’dan  sonra oyları sürekli düşen bu parti, genel olarak Fransa sorunlarına çözüm olabilecek bir siyaseti geliştirmede pasif kalmıştır. Bunun sebeplerinden bir tanesi de bir türlü iç sorunlarına çözüm bulamaması olmuştur. Fakat bu yıl ki seçimlere biraz daha hazırlıklı girdiğini söyleyebiliriz.
 
 
17 yıldan beri Merkez Sağ partisinin iktidarda olması Fransızlarda belli bir değişim arzusunu geliştirmiştir. Böylesi bir siyasi atmosferin egemen olduğu Fransa’da ibre daha çok Sosyalist Partiden yana olduğunu söyleyebiliriz. Sarkozy’nin bir dönem daha Cumhurbaşkanı olma ihtimali sözkonusu olmakla birlikte, değişimin arzusunun galip geleceğini düşünüyorum. Yani seçimleri Sosyalist Partinin veya onun adayı olan François Holland’ın kazanmasından ziyade, Fransızların değişimden yana olan tercihleri daha fazla ön planda olacaktır. Nicolas Sarkozy’e karşı alternatif olan tek parti Sosyalist Partisi olduğu için seçimlerin ikinci turunda birinci parti olarak çıkabileceğini söylemek için biraz erken olsa da bu pek de yanlış bir tahmin olacağını zanetmiyorum.
 
 
Fransa’da yaklaşık 150 bin Kürt yaşamaktadır. Şimdiye kadar hiç bir seçimde Kürtlerin oyları önemini hisettirmemiştir. Bunun bir sebebi bu ülkede yaşayan Kürtlerin çok azı vatandaş olup oy kulanabiliyor olurken, esas sebebi ise Kürtlerin merkezi bir temsiliyet gücüne sahip olmamalarıdır. Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da ayrı ayrı Kürt örgüt ve dernekleri bulunmaktadır. Bunlar arasında Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu (FEYKA) biraz daha geniş bir örgütlülüğe sahip olsa da, Fransa siyasetinde gücünü hisettirebilecek bir yönetimden yoksundur. Siyasi etkinlik açısından Paris Kürt Enstitüsü belli bir güce sahip olsa da, Kürtler arasındaki örgütlülük noktasında zayıftır. Güney Kürtlerinin avantajlı bazı yanları olsa da sayı olarak az oldukları nedeniyle fazla ön plana çıkamamaktadırlar. Ayrıca Güney Kürtleri, yarı resmi olarak da olsa belli bir devlet gücüne sahip olduklarından ötürü Fransa’daki seçimlerde taraf olmak istememektedirler. Sanırım bu yaklaşımları makul ve yerindedir.
 
 
Son yıllarda Fransa’daki Kürtlerin önemli bir bölümü vatandaş olmuştur. Eğer iyi bir örgütlülük geliştirilmiş olsaydı bu seçimlerde hem UMP ve hem de Sosyalist Partinin özel ilgisini üzerine çekebilirdi. Ne yazık ki öyle olmamıştır, seçimlere az zaman kalmasına rağmen Kürtlerin evlerine baskın düzenlenmiş, tutuklamalar gerçekleşmiştir. Bu politika UMP tarafından geliştirilmiştir, Sosyalist Partisi ise sesiz kalmakla ona ortak olmuştur. Bir anlamda hem Merkez Sağ Partisi ve hem de ona alternatif olan Sosyalist Partisi, seçim sürecine rağmen Kürtlere karşı negatif bir tutum içerisine girmişlerdir. Bu noktadan bakılırsa, Fransa’daki Kürtlerin ne kadar örgütsüz ve siyasetten pasif olduklarını görebiliriz.
 
 
Geçen günlerde FEYKA’nın bir açıklamasında, Sol Cephe’nin adayı olan Jean-Luc Mélenchon’un destekleneceğini okudum. Özellikle Kuzeyli Kürtlere karşı UMP’nin varolan yaklaşımı ve Sosyalist Partinin sesizliği elbette Kürtleri Sol Cephe’yi desteklemeye itiyor. Fakat bu pozisyon kendi oy potansiyelini doğru değerlendirmek olmuyor, ilk sırada olan iki partinin negatif yaklaşımları böylesi bir protestocu davranışa itmiştir FEYKA’yı. Ne kadar Kürdün, FEYKA’yı dinleyip onun istediği partiye oy vereceği de meçhul.
 
 
Bana göre, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, Orta Avrupa ülkelerindeki tüm Kürtlerin, sözkonusu bu ülkelerin iç siyaseti olduğunda, ortak bir siyasi duruşa sahip olmaları gerekmektedir. Eğer doğru bir ortak yaklaşım geliştirilirse bu ülkelerde her siyasi parti, dolayısıyla iktidar, Kürtlerin değerini bilir, onlara karşı kolay kolay olumsuz bir davranışta bulunmaz, tıpkı Yahudilere ve Ermenilere karşı sahip oldukları duyarlılık gibi.
 
 
Kürtlerin sağlıklı bir kurumsal temsiliyet gücü ortaya çıkmadığı müddetçe Fransa’da, veya Avrupa’nin herhangi bir ülkesinde, parti işaret etmenin hiç bir manası yoktur. Bana göre her Kürt tanıyabildiği ve kendine yakın hisettiği partiye oy vermelidir, ancak o şekilde vicdanen rahat olunabilir.
 
 
Ahmet DERE  /  15.04.2012

5 Nisan 2012 Perşembe

2012’de AB-Türkiye ve Kürt Sorunu

Bugün « BDP ve Açılım » konusunu yazmayı planlamıştım. Fakat geçen hafta Bruksel’de Avrupa Parlamentosunda kabul edilen « Türkiye Raporu » ve içeriği benim planımı değiştirdi. Bu nedenle « BDP ve Açılım » konusunu bir sonraki yazımda ele alacağım.
Türkiye-AB arasında sürdürülen müzakerelerin tarihi hayli geçmişe dayanmaktadır. Fakat Türkiye’nin resmen aday ülke olarak kabul edilmesinden sonra sürdürülen müzakerelerin geçmişi 3 Ekim 2005’dir. Yani 7 yıldır AB Komisyonu ile Türkiye arasında resmen üyeliğe geçiş amaçlı müzakereler yapılmaktadır.
Müzakerelere başlandığı tarihten bu yana Avrupa Parlamentosu her yıl Türkiye ile ilgili rapor hazırlıyor. AP’nin raporu Avrupa Komisyonu için referans olarak kabul ediliyor ve Komisyonun her yıl hazırladığı « İlerleme Raporu » için Avrupa tarafının genel görüşlerini sunuyor. Dolayısıyla, bazı türk « uzmanlarının » söylediklerinin aksine, AP raporu önemlidir ve müzakere sürecinde belirleyici rolü vardır.
Ben AB-Türkiye müzakere sürecini ve ondan önceki süreçleri de yakından takip ettim. 2009 yılı ile ilgili rapor hariç, şimdiye kadar AP’nin üzerinde tartışarak kabul ettiği tüm yıllık raporlarını bizzat Genel Kuruldaki tartışmaları canlı olarak izleyerek takip ettim. Bu yıl da öyle oldu, özel olarak tartışmaları izlemek, AP’den bazı milletvekileriyle görüşmek için Bruksel’deki AP Genel Kuruluna gittim.
AP’nin şimdiye kadar hazırladığı raporların en az tartışılanı olduğunu belirtmek lazım. Daha önceki yıllarda yapılan  o canlı ve aynı zamanda çekişmeli tartışmaların aksine, bu yıl adeta kural yerini görsün biçiminde bir oturumla rapor kabul edildi. Bu duruşuyla AP’nin Türkiye’ye karşı ne kadar ilgisiz olduğunu anlamak gerekiyor. Konuştuğum bazı milletvekileri raporun içeriğinden bile pek haberdar olmadıklarını anladım. Yani bu yıl AP’de kabul edilen rapor tamamen Raportör Omen Ria Ruijten’in inisiyatifinde gelişmiş, AP Genel Kurulu ise küçük bazı değişikliklerle onaylamış, kurumsal bir belge haline getirmiştir.
AP’nin Türkiye’ye karşı olan ilgisizliği karşılıklı olarak gelişmektedir. Zira, AKP hükümetleri 2007 yılından beri yönünü daha çok Arap Birliğine çevirmiştir. Resmen Arap Birliği üyeliğine talip olmasa da, aslında tüm icraatlarıyla dikkatlerini o tarafa çevirmiştir. Hal böyle olunca Avrupa Birliği kurumlarında da Türkiye’ye olan yaklaşım değişmektedir. Bir anlamda Türkiye’nin duruşu AB’deki Türkiye aleyhtarlarını rahatlamıştır. Türkiye’den kaynaklı olarak gelişen AB yaklaşımı ise AKP’nin de işine gelmiştir. AKP yöneticileri adeta « Nasıl olsa AB bizi üye olarak kabul etmeyecek, o zaman neden boş boş uğraşalım » demektedirler.
AP raporunda AKP hükümetinin oluşturduğu AB’den Sorumlu Devlet Bakanlığı’na atıfta bulunularak olumlu bir gelişme olduğu vurgulanmaktadır. Oysa bu adımla aslında AKP elleştirilere karşı kalkan oluşturmuştur. Yani AKP’nin asıl gayesi olan Arap Birliğine daha yakın olma noktasındaki yaklaşımını sesiz bir şekilde geliştirmek için AB’ye önem verme izlenimini oluşturmanın bir aracıdır bu Devlet Bakanlığı. Zira son yıllarda AB kurumlarında Türkiye’nin çok ciddi bir lobi faaliyeti görülmemektedir.
Mevcut durumda Türkiye’nin AB kurumları nezdinde gösterilen çabalarının çoğu, sadece Kürt Sorunuyla ilgili tartışmaları engelemek amaçlı olduğunu belirtmek gerekiyor. Eğer AB kurumlarında, özellikle Avrupa Parlamentosunda, Kürt Sorunuyla alakalı bir takım tartışmalar ve bu konuda çeşitli toplantı ve konferanslar düzenlenmezse inanıyorum ki Türkiye’nin varolan bu az çalışmaları da olmayabilir. AB sürecine taraftar olan çevrelerin bu noktada Kürtlere ve Kürt Sorununa borçludurlar.
AB cenahından olaya bakılırsa, aslında ne Türkiye-AB süreci ne de Kürt Sorunu ciddi bir öneme sahiptir. Bu her iki konuda da AB sadece süreci sürüncemede tutma gayreti içerisindedir. AB-Türkiye Süreci konusunda AKP’nin gevşek yaklaşımı ile Kürt Sorunu konusunda da Kürt Kurumlarının ( BDP dahil ) çok zayıf faaliyetleri birbirini tamamlayarak AB’nin işini de kolaylaştırmaktadır.
Türkiye’nin AB perspektifinden uzaklaşması AKP ve aynı cenahtan çevrelerin işine gelecektir, fakat uzun vadede tüm Türkiye’nin zararına olacağını belirtmek gerekiyor. Aynı şey Kürt Sorununun çözümü konusunda da kısmen geçerlidir ; AB’deki bazı Demokratik Müeseselerin desteği ve dayanışması olmadan sağlıklı bir çözümün gelişemeyeceğini kabul etmek lazım. AKP veya devamı olacak her hangi bir iktidarın insafina bırakılırsa Kürtlere karşı daha çok uzun bir savaş verilecektir. Elbette Kürtler kendini koruyacaktır, ama bu süreç çok fazla can alacağını şimdiden görmek mümkündür.
Bana göre en uygun formül ; Türkiye’nin AB perspektifinden uzaklaşmaması, bu konuda atılabilecek her adımın atılmasıdır. Kürt Sorunu konusunda ise ; çözüm umudu sadece AB’ye bağlanmadan, ama onun Demokratik Müeseselerinin desteği ve dayanışmasının alınmasıdır. Dolayısıyla BDP’nin AB kurumlarında biraz daha aktif olması durumunda faydası az olmayacaktır.
Ahmet DERE  /  05.04.2012