26 Aralık 2011 Pazartesi

2011 Yılı Geride Kalırken

Bir yılı daha geride bıraktık. Her geçen gün, ay ve yıl bizden de birşeyleri alıp götürüyor. Buna karşı koymak veya engelemek imkansız. Buna kader veya alınyazısı demezsek de, onu hayatımızın bir parçası olmaktan da çıkaramayız.

2011 yılının flaş olayları, şüphesiz Arap Baharı çerçevesinde yaşanan gelişmeler olmuştur. Uzun yıllardan beri totaliter ve oligarşik rejimlerle yönetilen arap ülkeleri 2011 yılında ciddi manada halk ayaklanmalarına sahne oldular. Önce Tunus, sonra da Mısır ve Libya’da rejimler yıkılırken diğer birçok arap ülkelerinde de rejimler sarsıntılı bir süreci yaşadılar ve bu durum devam etmektedir. 2012 yılı arap ülkelerindeki rejimsel statülerin netleşeceği bir yıl olduğunu düşünüyoruz.

Arap dünyasında yaşanan bu çalkantılar sürerken Türkiye ve Küdistan’daki ortam ise pek duru geçmedi. 12 Haziran’da genel seçimler yapıldı ve AKP üçüncü kez iktidar oldu. Bazı çevrelerin bu seçim sonuçlarından rahatsız olmalarına rağmen Türkiye AKP ile yaşamaya “razı“ olmak zorunda kalmıştır. Şüphesiz seçimlerin en galip partisi BDP olmuştur, 22 milletvekili sayısını 35’e çıkardı. Ne varki seçimler yargının aldığı kararların gölgesinde kalmış, Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülerek çok haksız bir yere AKP’den biri TBMM’ye alınmıştır. Türkiye tarihinde ilk defadır halkın oylarıyla seçilmiş milletvekilleri cezaevinde tutulmaktadır.

Üçüncü kez iktidar olan AKP elde ettiği güçle ilk raundu Kürdistan’da savaşı tırmandırmakla yaptı. 2009’dan beri devam eden KCK operasyonlarına daha bir hız verilmiş, bir taraftan Kürt Siyaseti’nin “tasfiyesi” hedeflenmiş, diğer taraftan da askeri operasyonlara yeni bir dimansiyon kazandırılmıştır. Yılın sonuna geldiğimiz bu günlerde görülen odur ki ne Kürt Siyaseti tasfiye olmuş ne de askeri operasyonlarla hedeflenen noktaya varılmıştır. Bu konuda 2012’nin sıcak geçeceğini söylemek yanlış olmaz.

Kütler açısından 2011 yılının kazanımları kayıplarından daha az olduğunu söylemek yanlış olmaz. Seçimlerde elde edilen sonuç başarı hanesine yazılabilirken, akabinde gelişen süreçte ortaya çıkan tablo ise pek içaçıcı olmamıştır. Meclise giren BDP’nin takip ettiği siyaset sürekli dalgalı olduğu için gerçek misyonunu oynayamamıştır. Mecliste grubu bulunan bir parti olmanın ağırlığı ve ciddiyeti ile dışarıdaki küçük bir mihalefet partisi olmanın hafif yaklaşımları yer yer birbirine karıştırılmıştır. Umarım 2012 yılında BDP ciddi ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir siyasi güce sahip olup halkın taleplerine cevap olacaktır.

Kürt Özgürlük Mücadelesinin gerilla boyutu ise 2011 yılında iki ayrı süreci yaşamıştır; seçimler öncesi ve seçimler sonrası. Seçimlerden önceki süreci pasif bir pozisyonla geçirirken, seçimlerden sonraki süreçte ise pek isabetli olmayan, sonucu iyi hesaplanmayan bazı eylemlerden dolayı ciddi sayıda kayıpları vermekle geçirmiştir. Yılın bu son günlerinde de devletin yaptığı operasyonlarda tahamül edilmesi zor kayıplar yaşanmaktadır. Dolayısıyla 2012 yılında yeni bir stratejinin gerilla pratiğinde de hayata geçirilmesi gerekmektedir. Aksi halde hem sonuçlarını tahamül etmek ve hem de sonuçlarının sorumluluğunu kaldırmak zor olacaktır.

Geçen yıl boyunca Türkiye’de Ergenekon operasyonları devam etmiştir, çok sayıda yüksek rütbeli askerler de tutuklandılar. Bunlara ilavetten, kamuoyunda çok konuşulan gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener de tutuklanıp cezaevine gönderildiler. Tutuklu bulunan sanıkların akıbeti hakında kamuoyuna henüz kesin bir sonuç  açıklanmamış. İlk dönemlerde Ergenekon operasyonlarına karşı gösterilen tepkiler yılın son aylarında yerini kısmen sesizliğe bırakmış gibi görünmektedir. 2012 yılında bu dava ile ilgili de belli bir neticenin kamuoyuna açıklanması beklenmektedir.

Uzun tutuklluk süresi çoğu çevreler tarafından elleştirilse de buna henüz ciddi anlamda bir çözüm bulunmuş değildir. AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu da yavaş yavaş bu konuyu gündeme getirmeye başlamışlar. Eğer bir çözüm bulunamazsa 2012 yılında uluslararası alanda Türkiye’ye karşı ciddi bir elleştirel yaklaşım geliştirilebilir.

Yılın bu son günlerinde ise, geçen bir yılı gölgede bırakacak bir şekilde, Fransa Meclisi’nin Ermeni Soykırımı ile ilgili kabul ettiği karar tasarısının yarattığı gürültü olmuştur. Bilindiği gibi, Fransa 2001 yılında Ermeni Soykırımını resmen tanıyan ülkeler listesine girdi. 2001 yılında Fransa’nın bu kararı Türkiye tarafından pek tartışma konusu yapılmamıştı. 500 binden fazla Ermeni’nin yaşadığı Fransa’da ciddi bir Ermeni lobisinin de olduğunu biliyoruz. 2001’de Fransa’da resmen tanınan Ermeni Soykırımı 22 Aralık tarihinde Fransa Meclisinin kabul ettiği karar tasarısına ciddi manada zemin hazırlamıştı. Bu zemin üzerinde hareket eden Ermeni Lobisi, sadece Ermeni Soykırımı ile ilgili değil, Fransa’nın tanıdığı tüm soykırımlar hakında inkârcı yaklaşımlara cezai yaptırımın uygulanmasını istedi ve ilgili kararı meclisten geçirebildi. Eğer Fransa Senatosu da bu kararı onaylarsa o zaman bu aynı zamanda AB’nin bir kriteri haline de gelebilir. Dolayısıyla 2012 bu noktada da önem arzetmektedir.

2011 yılının ışığında baktığımızda, 2012 yılında da olaylar ve gelişmeler devam edecektir. Kürt Sorunu konusunda, Bülent Arınç’ın “Kürtlerin varlığı en az bin seneden beri bir gerçektir. O kimliğin bütün kültürel haklarını, Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız.” biçimindeki sözlerine rağmen ne gibi sonuçların ortaya çıkacağı, Türkiye ile Fransa arasında yaşanan gerilimin kesin olarak neye yol açacağını, AB-Türkiye ilişkilerinin nasıl bir evreye gireceğini şimdiden tahmin etmek zor.

Herşeye rağmen girilen 2012 yılının hayırlara vesile olması dileğiyle, hoşça kalın.

Ahmet DERE  /  26.12.2011

4 Aralık 2011 Pazar

KCK Operasyonları

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde özel olarak Kürtlere yönelik sayısızca askeri, polisiye  ve siyasi operasyonlar yapılmıştır. Askeri ve polisiye operasyonların sayısı ve tarzı her gün değişirken, 2009 yılından beri Türk yargı literatürüne KCK Davası da girmiştir. Bana göre Cumhuriyet tarihinde en anlamsız ve içi boş bir operasyonlar zinciridir KCK Operasyonları.
Herşeyden önce KCK Operasyonları çerçevesinde tutuklanan 5 bine yakın kişi arasında, belki de KCK’nin ne olduğunu bilmeyip de tutuklandıktan sonra öğrenen (belki de halen öğrenemeyenler de vardır) yüzlerce kişi bulunmaktadır. Tutuklananlar arasında gerçekten KCK adına faaliyet yürüten kişiler varmı, yokmu pek belli değildir. Koma Civakên Kurdistan (KCK) bir çatı örgütlenmesi olup aynı zamanda PKK geleneğinden gelen kurumları bünyesinde toplayan bir sistem olduğu bilinmektedir. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de legal faaliyet yürüten hiç bir kurum bu çatı örgütlenmesine dahil değildir. Fakat Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da KCK sistemine bağlı olarak çalışanlar olmuştur ve vardır. Tutuklanan 5 bin kişi arasında bunlardan kimselerin olup olmadığı bilinmemektedir.
2009 yılında yapılan ilk KCK Operasyonundan sonra KCK davası da başlamış oldu. Hazırlanan iddianamede uzun bir liste de verilmektedir. Dünyanın hemen her ülkesinden Kürt Şahsiyetlerinin isimleri yer alıyor bu listede. Listenin giriş bölümünde Avrupa’dan da isimler vardır ve bunlardan biri de benim ismimdir. Bu dava çerçevesinde uç yıla yakındır tutuklu bulunan ve IHD Diyarbakır Şübesi Başkanı Muharrem Erbey’in tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilen hususlardan bir tanesi de Muharrem’in Bruksel’de benimle görüşmüş olmasıdır. Sözkonusu iddianamede bana atfen suç unsuru olarak gösterilen faaliyetler, Kürdistan Ulusal Kongresi adına yaptığım diplomatik çalışmalardır. KNK’yi tanıyanlar bilirler ki o bir Ulusal Kurumdur ve Kürdistan’ın her parçasından temsilciler üyesidir. Diyarbakır’da süren KCK davasına bakan savcıların mantığına göre bakılırsa o zaman KNK’ye üye olanların tümü KCK’li sayılmalıdır. Oysa gerçek hiç de öyle değildir.
Gelelim KCK Oparasyonlarının mantığına: Her ne kadar bu operasyonlara KCK kılıfı uyduruluyor olsa da vicdanı olan yargıçlar biliyorlar ki günün birinde verdikleri bu kararlardan dolayı yüzleri kızaracaktır. Tamamen siyasi amaçlı olan bu operasyonlar ve süren yargılamalar elbette AKP hükümetinin bilgisi ve onayı dışında yapılmamaktadır. Ancak AKP’nin de bu noktada kafası karışık olup,  dizgine tam hakim olmadığını düşünüyorum. Zira gelinen aşamada KCK davası artık AKP’nin sırtına ciddi bir yük olarak bindirilecektir. AKP kurmayları şimdiden buna karşı taktik tedbirler geliştirip kamburu polise ve yargıya bindirmeye çalışıyor olsalar da bu AKP’nin sorumluluğunu ortadan kaldıramaz.
KCK davasından tutuklu bulunanların çoğu bırakılmak zorundadır. Davaya bakan savcılar ne kadar da vicdansız olsalar çoğu hakında suç unsuru teşkil edebilecek faaliyetleri uydurmaları mümkün değildir. Yıllardır binlerce kişinin tutuklu olarak cezaevlerinde bulunmalarının bir nedeni de budur.
Ne olacak ? Sürekli « demokratikleşmeden » söz eden AKP yetkilileri iç ve dış kamuoyuna karşı nasıl bir savunma mekanizmasını geliştireceklerini merak ediyorum. Şimdiye kadar uluslararası alanda çok ciddi bir itiraz sesi çıkmadı, fakat bu sesizliğin devam edeceği anlamına gelmez. Takip ettiğim kadarıyla AB kurumlarında, (AP, Komisyon vbg.) KCK davası yavaş yavaş gündeme getirilmektedir. PKK’ye karşı Türkiye’yi destekler vaziyette olan AB Kurumları giderek KCK davası konusunda farklı davranmaya başlıyorlar. Önümüzdeki süreçte AB-Türkiye Müzakere Sürecinde de bu konu gündeme getirilebilir.
Bu operasyonlarla Kürt Siyasetine darbe vurumayı amaçlayan AKP karşısında daha direngen bir Kürt Siyasetini buluyor. Bir çok alanda kendi çıkarlarını koruma noktasında AKP « iyi » bir siyaset yürütürken, (Dersim Katliamı ile ilgili CHP’yi köşeye sıkıştarmaya çalıştığı gibi) KCK Operasyonları ve BDP’yi tasfiye etme noktasındaki çabalarında taşı kendi ayağına vurmaktadır. Dava ne kadar uzun sürerse ve tutuklu olanlar ne kadar uzun süre cezaevinde tutulurlarsa Kürt ve Uluslararası kamuoyunda gelişen tepkiler de o kadar sertleşerek AKP’ye yönelecektir.
Çığırından çıkartılan KCK Davası giderek Kürt Sorununun çözümünü de kendine bağlamaktadır. KCK Davasına bir çözüm bulunmadan ne Kürt Sorunu çözülebilir ne de Türkiye’de doğru bir demokratikleşme süreci gelişir. Başka bir orta yolun bulunması mümkün görünmemektedir.
Ahmet DERE  /  02.12.2011

31 Ekim 2011 Pazartesi

VAN Depremi Sonrası ve Etik Yaklaşım

VAN depremi, özellikle Türkiye’de kendine insanım diyen herkesi derinden üzmüştür. Yaşanan felaket (daha önce Türkiye’nin de bazı alanlarında yaşandığı gibi) insan hayatında karşılaşabileceği en zor ve çetin süreçlerden biri olmuştur. Gerek iklimsel koşullar, gerekse de bölgenin ekonomik olarak yaşadığı zorlukları da dikkate aldığımızda, VAN’daki deprem felaketi unutulamayacak bir acıyı yaşatmıştır. Böylesi bir felaketin yara izleri kolay kolay silinmez.
Çok ağır bir süreçten geçerken, deprem felaketinden sonra Türkiye’de gelişen yardımlaşma atmosferi herkesi, hepimizi etkilemiştir. Ortaya çıkan tablo zaman zaman gözlerimizi yaşartmıştır. Rahat koşullarda herkes atıp tutabilir, ancak insanın cevheri zor şartlarda daha iyi görülür ve ne olduğu anlaşılır hale gelir.
VAN depremi bölge halkı olan Kürtleri etkilediği kadar Türkiye’deki diğer halkları da, özellikle Türk halkını da etkilemiş olduğunu gördük, görüyoruz. Depremden hemen sonra tüm TV kanaları bölgeye akın edip, haberlerini oradan sünmaları, dikkatleri oraya çekmeleri duyarlılık yaratmada önemli bir rol oynamıştır. Ortaya çıkan duyarlılık tablosu, VAN halkının Türkiye halkının bir parçası olmadığı konusundaki hisiyatı ortadan kaldırmıştır.
Ne varki yükarıda bellirtiğim iyimser havaya gölge düşüren yaklaşımlar da gelişmiştir. Bazı TV kanalarında sünücülük yapan kimi « gazetecilerin » sarfettikleri sözler insani duygulardan oldukça uzak olmuştur. Beni üzen, sanırım bölge halkının da çoğunu üzen yaklaşımlardan bir diğeri de, halkların kardeşlığıne gölge düşürücü sözleri sarfeden sözkonusu « gazetecilere »  karşı herhangi bir yaptırımın yapılmamış olmasıdır. Gönül isterdiki ilgili TV kanaları bu çirkin sözlerin sahibi olanları, bir süreliğine de olsa, ekranlardan uzaklaştırsınlar. Ne yazıkki bu yapılmamıştır, aynı kişiler iki-uç gün boyunca ekranlardaki hal ve hareketleriyle sürekli rahatsızlık yaratmaya devam etmişlerdir.
Belirtilmesini önemli gördüğüm diğer bir husus da şudur; VAN'daki depremzedeler için yardım yapılırken devletin yapması gerekenlere dikkat edip, özellikle mağdur olan halka yardımların yapılması gerektiğidir. Örneğin, okul, hastahane ve yol gibi ihtiyaçlar zatten devletin gecikmeden yapması ve yapacağı görevlerdir. Oradaki insanların temel ihtiyacı, bir süreye kadar barınma, yiyecek, giyecek, sağlık (ilaç ve doktor masrafları) gibi temel gereksinimlerdir. Yardım yapılırken bunlara dikkat edilmesi çok önemlidir. Ancak takkip ettiğimiz kadarıyla, örneğin TV kanallarının ortaklaşa düzenledikleri yardım gecesinde, bazı iş adamları ve sanatçılar özellikle okul ve hastahane yapmak istediklerini belirtmişlerdir. Halbuki okul ve hastahane yapımı devletin görevidir, bunun için milletten de vergi toplanmaktadır.
Yanlış gördüğüm diğer bir husus da ; deprem nedeniyle VAN  halkına yardım etmenin amacının tamamen siyasi olduğunu ima eden bazı yaklaşımların ortaya çıkmış olmasıdır. TV ekranlarında VAN’a yardım konusu konuşulurken hemen lafın arasına “ terörü lanetliyoruz “ sözcüklerin sıkıştırılması da üzücü olmuştur, olmaya devam ediyor. Hatta bazıları daha da ileri giderek, yapılan yardımlar sayesinde bölge halkı artık çocuklarını dağa göndermeyecek biçiminde sözleri bile sarfetmişlerdir. Bu yaklaşımlar gerçekten insani görevini yapmak isteyenlerin yaptıkları görevlerin üzerine de gölge düşürmektedir. Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile deprem ve depremzedelere yardım etme arasında bağ kuranların etik bir sorun yaşadıklarına inanıyorum. Dolayısıyla bu noktada, ister Kürt veya Türk olsun, herkesin diline dikkat etmesi çok önemlidir . Samimi olarak VAN depremzedelerine yardım yapan Türkiye’ye yazık edilmemelidir.
VAN depreminde gösterilen duyarlılığın siyasi etkileri de olacaktır elbette. Bunun Kürt ve Türk kardeşliğinin daha da pekişmesine de etkisi olmayacak değildir. Hepimizin temenisi de budur.
Ahmet DERE  /  31.10.2011

21 Ekim 2011 Cuma

Savaşa ve Barışa dair

2002 yılından beri AKP hükümeti Kürt Sorunu konusunda çeşitli planlar yapmıştır, önemli adımlar atmaya hazırlanmıştır. Bugünlerde türk basınında tartışılan “Abdullah GÜL’ün PKK’ye af planı” da bunlardan biridir. 2008’den beri de “açılım” adı verilen bir plan da geliştirildi, halen de bu plan masanın üstünde tutulmaktadır. Gündemde olan Anayasa tartışmalarında Kürt Sorunu da ana eksende tutulmaya çalışılıyor, fakat gerek AKP gerekse de CHP’nin ne düzeyde ciddi ve samimi olduklarını ancak önümüzdeki aylarda görebileceğiz.
       9 yıldan beri hükümetin attığı ve atmaya çalıştığı tüm adımlara rağmen, 19 Ekim günü Çukurca’da yaşanan gerilla saldırısından sonra Türkiye bambaşka bir sürece doğru itilmektedir. Bu saldırının ardından, ne yazıkki Türkiye’de sağduyu hakim olmamış, devletin en üst düzeydeki yetkililerden başlayarak, giderek sıradan insanların da ağzında “intikam” naralarının atıldığı bir yaklaşım geliştirilmiştir. Bu savaşta en fazla zarar gören Kürt ve Türk halkları birlikte  ve kardeşçe yaşama yerine, durumun böyle devam etmesi halinde, birbirine karşı saf tutmaya zorlanmaktadır. Buna yol açan ise siyasettin merkezinde yer alan AKP, CHP, MHP ve diğer partiler olduğunu belirtmek lazım.
       Ortadoğu bölgesinde Türkiye  büyük bir devlet ve demokratik açılıma da en yakın bir ülkedir. Birkaç yıl öncesine kadar varlığı bile kabul edilmeyen Kürt Sorunu nedeniyle, ne Ortadoğu’da nede uluslararası diğer alanlarda Türkiye saygın bir konum elde edememiştir. 1984 yılından beri sürdürülen gerilla savaşı her alanda bu ülkeyi zorlamış, sıkıntılara sokmuştur. Devletin yönetim kademesinde tarihe ve yaşanan somut olaylara doğru yaklaşılmadığı için Kürt Sorunu varlığını korumuş, buna bağlı olarak da Kürtler arasında örgütlenme ve mücadele etme isteği ve çabası  artmıştır. Gelinen noktada ortaya çıkmış olan örgütlü Kürt Gücü ne inkara ve nede imhaya yol vermeyecek kadar gelişmiştir.
       Son yılarda yaşanan savaşın acılardan başka hiçbir sonuç yaratmadığını herkes bilmektedir. Bundan sonra yaşanan bu savaşın ne Kürde nede Türke faydası olmaktadır. Biraz sağduyulu olan herkesin bu gerçekliği görerek diline ve pratiğine hakim olması çok önemlidir ve gereklidir.
       Bugün (20 Ekim), türk ordusu Güney Kürdistan’a kara harekatını başlatmış durumdadır. Daha önce yapılan tüm sınırötesi harekatlar gibi, bugün başlatılan harekatın da sonuç alamayacağını bilmeliyiz. Ne varki sonuç alamayacak harekat çok acılara yol açacaktır. Eğer başlatılan bu sınırötesi karekat gerçekten devam eder ve söylendiği gibi Güney Kürdistan’ın iç taraflarına ve Kandil’e doğru ilerlerse, bilmeliyizki hem TSK’nin ve hemde HPG’nin çok ağır kayıbı olacaktır. Yani, çok sayıda Türk ve Kürt annaların yüreği yanacak, evlerine ateş düşecektir.
       Neden bu savaş, neden Kürt ve Türk halkları arasında doğru bir barış, veya réconciliation (birbirini af etme) süreci gelişmiyor ?  Eğer bu savaş Türkiye’yi  yüceltiyorsa, ilerici toplumlar arasında saygın bir yere sahip kılıyorsa o zaman birşey demeyelim. Fakat gerçeğin öyle olmadığını, yaşanan savaştan ötürü uluslararası alanda Türkiye’nin imajı  daha da zedelendiğini çok iyi biliyoruz. O zaman neden “Bu savaşa hayır, herşey halkların kardeşliği için”  diye bir güç Türkiye’de gelişmiyor. Türk yetkilileri tarafından çok elleştirilen Fransa’da, 1960-1962 yıllarında böyle bir güç gelişmemiş olsaydı daha ne kadar Fransız ve Cezayirlinin ölebileceğini kim tahmin edebilir ?
       Çukurca’da gerilla saldırısının yaşandığı ve Türk Ordusunun Güney Kürdistan’a harekat başlattığı bugünlerde böylesi bir inisiyatifin başlatılması hem Kürtler  ve hemde Türkler tarafından geniş bir destek görecektir. Barış içinde birlikte yaşamak için cesaretli ve doğru adım atmanın tam zamanıdır diye düşünüyorum. Başta Türk ve Kürt aydınları olmak üzere, halkların her kesiminden insanların bu tarihi süreçte tarihi görev üstlenmeleri büyük bir aciliyet arzetektedir.
       HPG’nin yaptığı Çukurca saldırısına karşı BDP’yi kınama yapmaya çağırmanın ne faydası nede bir mantığı vardır. Kendini onurlu Kürt olarak bilen hiç kimse PKK’yi kınamaz. Dolayısıyla olaya tek taraflı yaklaşıldığı müddetçe doğru bir sonuç yaratılamaz. Bu savaşta hayatını kaybedenler sadece Türk annalarının çocukları değildir,  Kürt annalarının çocukları da hayatını kaybettiğini düşünmek gerekiyor. Yine, bu savaşta PKK’mi haksız veya devletmi diye bir iddiaya da girmenin anlamı kalmamıştır. Bu nedenle, her ne kadar da bazıları ısrarla yaşanan gerçekliği savaş olarak adlandırmak istemeseler de, ortada yaşanan bir savaş gerçekliğini görüp onun durdurulması gerekiyor. Kuran-ı Kerim’de ‘Bir hayatı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmaktır` sözü temel alınarak olaya yaklaşmak en insani ve vicdani sorumluluğun gereği değilmidir ?
Ahmet DERE / 20.10.2011

24 Eylül 2011 Cumartesi

PKK-MİT Görüşmesi Hakında

Bir süredir kürt ve türk medyasında PKK-MİT görüşmeleri tartışılıyor. Görüşme kayıtlarının ne kadar gerçek olup olmadığı, yapılan sözkonusu görüşmenin ne amaçla gerçekleştiği ve basına yansıtılmasının amacı ne olduğunu bir tarafa bırakırsak, gerek türk gerekse de kürt kamuoyu tarafından pek de infial yaratan bir tepki gösterilmemiştir. MHP ve onun eksenindeki çevreler dışında, aslında türk ve kürt kamuoyu böyle bir teması çok normal karşılamıştır. Öyle görülüyorki, siyasi amacı olmayan çevreler dışında, şiddetin durması için devlet ile PKK arasında açıktan bir müzakereye karşı pek ciddi bir tepki gösterilmeyecektir. Türkiye yavaş yavaş aklıselim bir rotaya giriyor.

PKK-MİT görüşmeleri kitleler tarafından tepkiyle karşılanmamış, hatta olumlu görülmesine karşılık, uzun yıllardan beridir PKK ile masaya oturan « devlet » halen örgütü ve Kürt Sorununu idrak etmiş değildir. Kendisiyle masaya oturup müzakere ettiği örgütü halen “terorist“ olarak görmeye devam ediyor ve imhası için tüm imkanlarını seferber ediyor. Paradoks buradadır, bu anormalik giderilmediği müddetçe ne savaş durur, dolayısıyla ne de Kürt Sorununa kalıcı bir çözüm bulunur.

Yapıldığı söylenen “Oslo“ görüşmelerine PKK’nin samimi yaklaştığını düşünüyorum. 1993’te PKK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkesten bu yana, örgüt savaşı önemli bir opsiyon olmaktan çıkarıp siyasi kanalların devreye girmesini istemektedir. Şimdiye kadar ilan edilen tüm ateşkesler ve eylemsizlik süreçleri de bu amaçla olmuştur. Yani, 1993 yılından beri -ki 18 yıldır- PKK kerhen savaşmaktadır, savaşmaya zorlanmaktadır. Şiddetin ortadan kalkması için eğer devlet tarafından samimi küçük bazı adımlar atılmış olsaydı, bunca can ve mal kaybı yaşanmayacaktı. Burada salt dar bazı çevreleri “savaş rantçıları“ olarak lanse etmenin bir manası yoktur, Turgut Özal’ın suikastinden sonra devletin bizzat kendisi sorumludur. İşi “Derin Devlet“ veya “Ergenekon“a yüklemenin hiçbir anlamı yoktur, öyle olsaydı, o zaman şöyle derdik “Ergenekon dediğiniz örgütün elemanlarını Silvri’ye tıkamışken, neden siz de aynı savaşı halen dayatıyorsunuz ?“. Anlaşılmalı ki Kürtlere karşı, veya PKK’ye karşı, savaşta devletin kendisi kararlıdır. Son süreçte yaşanan operasyonlar, siyasi tutuklamalar, sınır ötesi harketlilikler ve bombardımanlar gösteriyorki türk devleti zayıf ve herşey konusunda “ez benî, ez xulam“ diyen bir Kürdü yaratana kadar bu kirli savaşı sürdürecektir.

Bunları anlatıktan sonra şunu belirtmek gerekiyor; MİT’in PKK ve Abdullah Öcalan ile görüşmesindeki tek amacı, örgütü ve irade sahibi olan Kürdü tasfiye etmektir. Görüşme tutanağına yansiyan diyalog ve MİT elemanlarının üslubünden de bu gerçekliği anlamak mümkündür. Sözkonusu görüşmede Kürt Sorununa çözüm bulmak değil, daha ziyade PKK’nin nasıl silah bırakacağı üzerinde durulmuştur. Görüşme tarzı ve tarafların konuşmalarında diplomatik teamüllere uygun hiçbir yan bulamadım. Dolayısıyla, tutanakları basına yansıtılan görüşme gibi, daha önce yapılan diğer görüşmelerin tek amacı ;  PKK’nin silahsızlandırılması olduğunu anlamak zor değildir.

Bu tarz görüşmelerin –ki şimdiye kadar PKK ile devletin çeşitli kademelerinden yetkililer arasında benzer sekilde çok sayıda temaslar gerçekleşmiştir- Kürt Sorununu çözüme kavuştururmu ?, verilen bedellerin karşılğı olabilirmi ?, ben bu noktada pek de iyimser olmadığımı belirteyim.

PKK-MİT görüşmeleri basına yansıtıldıktan sonra, özellike bazı Kürtler tarafından “Açık ve şefaf müzakereler yapılmalıdır“ biçimindeki taleplerin yerinde olduğunu düşünüyorum. MİT’in kendi amacına ve üslubüne göre gerçekleştirdiği görüşmeler, açık ve şefaf müzakerelerle önlenebilir. Böyle olması durumunda her iki tarafın da diplomatik teamüllere uygun davranması zorunlu olup, aynı zamanda Kürtlerdeki diplomasi yetersizliği üzerinde de biraz durulmuş olacaktır.

Yazıyı noktalamadan önce şunu da bellirteyim; yapılan görüşme PKK-MİT arasında gerçekleşmiştir, görüşmenin yapıldığı tarihte Hakan Fidan Başbakan Müsteşar Yardımcısı olsa da, görüşmede kendini Başbakanın Özel Temsilcisi olarak taktim etsede bu gerçeği değiştirmez. Hakan Fidan MİT Müsteşarı yapılmadan önce beli bir eğitim ve deneyim kazanma sürecinden geçirilmiştir. Hem İmrali’ya gidip Abdullah Öcalan ile görüşmesi ve hemde bahsi edilen görüşmeye katılması da bu eğitim sürecinin bir parçasıdır, bazılarının dediği gibi “AKP Hükümeti PKK ile görüşmüştür“ biçiminde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Yani ortada  « PKK Hükümet   görüşmesi » diye birşey de bulunmamaktadır.

Kürt Sorunu siyasidir ve ancak siyasi iktidar ile müzakeresi yapılır. MİT ve Asker devletin önemli parçaları olsalar da, Kürt Sorununun çözümü konusunda muhatap kabul edilemezler. Muhatap siyasi iktidar olur, MİT ve Asker ise ancak tekniki konularda rol oynayabilirler. Bu nedenle MİT ile ne kadar ve nerede görüşme yapılırsa yapılsın bende ufak bir umudu yaratmamaktadır.

Ahmet DERE / 23.09.2011

30 Ağustos 2011 Salı

TO’nun Güney Operasyonları

16 Ağustos tarihinden beri, yani 15 Ağustos atılımının 27. yıldönümünde, türk ordusu kapsamlı operasyonlara girişmiştir. Denilebilirki, 1997 yılından beri türk ordusunun yaptığı en kapsamlı operasyonlardır.

Türk Ordusu, Güney Kürdistan’a yönelik yapıtığı hava saldırılarının yanısıra, Kuzey’de de yoğun operasyonlar yapmaktadır. Öyle görülüyorki, Eylül ayı ile beraber, siyasi muhtevası olan operasyonlar da, daha da geliştirilerek devreye sokulacaktır. İki gün önce Colemrg bölgesinde yapılan operasyonlarda onlarca kişi yardım ve yataklıktan tutuklandılar. Bu bir ön adım olup, Eylül ayında benzer operasyonların daha da geliştirileceğini ve yüzlerce kişinin tutuklanacağını tahmin etmek zor değildir.

Türk devleti ve hükümetinin önüne koymuş olduğu hedef ; Kürt Özgürlük Hareketini pasifize etmek, Kürt Sorununa çözüm konusunda muhatap güç olmaktan uzaklaştırmaktır. Güney’e yönelik yapılan hava saldırıları ve Kuzeyde de geliştirilen kara operasyonları, hatta önümüzdeki günlerde Güney’e yönelik, büyük bir olasılıkla, gerçekleşecek olan kara operasyonu gerilla gücünü  ciddi manada zorlamayacaktır. Gerilla, şimdiye kadar kazandığı tecrübelerle, tüm bu oparasyonları sonuçsuz bırakabilecek güce sahip olduğunu bilmek lazım. Kazanılan halk desteğini de bu noktada hesaba katığımızda, yapılmakta olan operasyonların Türkiye’nin üniter yapısı aleyhine çok farklı ve derin yaralarla dolu sonuçlar yaratacağını şimdiden görebliyoruz.

1984 tarihinden beri türk ordusu tarafından Kürdistan dağlarına atılan bombaların hadi hesabı yoktur. Geçen bu süreç zarfında gerçekleştirilen hiçbir hava saldırısı başarılı olamamıştır. Şimdiye kadar yapılan hava saldırılarının başlıca amacı “psikolojik üstünlük“ sağlamak olmuştur. Bu bağlamda, geçmişte olduğu gibi, bugün de en etkin rolü türk medyası üstlenmiştir, TSK’nin yedek gücü gibi bir işlev görmektedir.

Türk basınında kulanılan langajın aksine, bu operasyonlar kesin olarak PKK’yi bitirme gibi bir amaçla yapıldığını düşünmüyorum. Türk devlet yetkililerini bu kadar da tecrübeden yoksun bir yapı olarak görmemek gerekiyor. PKK’nin zayıflatılarak muhatap güç konumundan uzaklaştırılması, onun yerine liberal « Kürtlerden » oluşan bir yapının güçlendirilip Kürt Halkına « temsilci » olarak sunulması, AKP ve onun denetimindeki devletin temel gayesi olduğunu düşünüyorum. Bunun için şimdiden  liberal « Kürtler » arasında belli bir hazırlığın yapıldığını da görüyoruz.

Geride bıraktığımız yaz mevsimi AKP iktidarı açısından çok çelişkilerle dolu bir süreç olarak geçmiştir. 9 yıllık iktidarı boyunca çözme vaadinde bulunduğu Kürt Sorununa tekrar şiddet yoluyla yaklaşmaktadır. Güney Kürdistan’a yönelik yapılan operasyonlar, gerek bölgede olsun, gerekse de dünyada, Kürtlerin büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Durumun bu şekilde daha da devam etmesi halinde, Arap dünyasında yaşananlara benzer bir durumun Kürdistan bölgesinde de yaşanmasını kimse önleyemez. Dolayısıyla, AKP bu politikalarıyla Türkiye’yi çok tehlikeli bir sürece sürüklemektedir.

12 Haziran seçimlerinden sonra, AKP’nin giderek sertlik yanlısı bir tütüm takınması kime faydası olacak ? Şimdiye kadar türk devletinin şiddet yoluyla çözmeye çalıştığı herşey çözümsüzlükle sonuçlanmamışmıdır ? Şiddetin gölgesinde ortaya çıkarılacak sözde «Kürt Temsilciliği» kimler tarafından kabul görecek?

Bugün yapılan ve daha da geliştirilecek olan operasyonlar çözümü değil, daha çok çözümsüzlüğü derinleştireceğini, az çok bu gelişmeleri takip edenler çok bilirler. AKP’nin bu politikaları ne Türklerin ne de Kürtlerin çıkarına hizmet etmektedir, ancak olsa olsa Türkiye’nin Arap ülkeleriyle aynı kaderi paylaşmasını isteyenlerin işine gelebilir.

Bin yıldan beridir birlikte yaşayan Kürt ve Türklerin ortak çıkarı Barış İçinde Birlikte Yaşamak olduğunu burada tekrar hatırlatmakta fayda vardır. Dolayısıyla şiddet dilinin bırakılıp yerine Barış ve Uzlaşı dilinin egemen kılınması için çaba içerisinde olan IHD, Barış Anneleri gibi STÖ’lerin desteklenmesi lazım. Ne yazıkki bu süreçte BDP üzerine düşen rolü oynamamıştır, bir Siyasi Parti olduğunu unutup herhangi bir STÖ gibi hareket etmiştir. Oysa BDP’den istenen ; tüm imkanlarını kulanarak aktif bir şekilde siyaset yapmaktır. Protestocu yaklaşım kazandırmaz, kaybettirir. Böyle devam etmesi durumunda BDP hem sınıfta kalacak ve hemde AKP’nin oyununa gelmiş olacaktır.

Ahmet DERE
30.08.2011

29 Temmuz 2011 Cuma

Gündem

Temmuz ayı boyunca Türkiye’deki gündemin ana konularından bir tanesi ; CHP’nin yemin etmemesi, BDP’nin ise TBMM’yi boykot eylemi oluşturdu. CHP’nin eylemi, AKP’nin kandırmaca mutabakat metni sayesinde 11 Temmuz günü son bulurken, BDP’nin eylemi ise halen devam ediyor. Abdullah Öcalan’ın “Meclise dönün” anlamındaki telkinine rağmen, BDP’nin tavrı henüz kesin bir netlik kazanmamıştır. Van’daki BDP kampından yapılan açıklamalara göre, eğer AKP ile belli bir mutabakat sağlanamazsa bile, Yeni Anayasa çalışmalarına katılmak üzere BDP milletvekilleri TBMM’ye dönerek yemin edeceklerdir. Umarım öyle olacaktır ve TBMM’de doğru bir çaba içerisine gireceklerdir.
Daha önceki yazımda, BDP milletvekilerinin TBMM’ye dönmeleri gerektiğini belirtiğimde, şüphesiz TBMM’nin kutsal bir yer olduğunu düşündüğüm için değildir, veya TBMM olmadan birşeyler olamaz diye bir düşüncem olduğu için değildir, sadece seçilen milletvekilerinin misyonu TBMM’de çalışmak olduğunu, ancak orada mücadele ederek seçmenlerin talebine cevap olabileceklerini bildiğim içindir. BDP’nin Van kampında şekilenen yaklaşımı, gecikmeli de olsa, gelecek için sağlıklı bir yol çizmiştir. Bugünden sonra AKP’nin BDP ile mutabakat imzalamasını da beklememek lazım, BDP’nin o konuda ısrarlı olması anlamsız olacaktır.

Gündemde sık sık tartışılan hususlardan bir tanesdi de ; BDP ile PKK arasındaki mesafe ve hatta organik bağdır. Bana göre artık bazı tabuların herkes tarafından yıkılması gerekir. Doğru olan lafı evelemeden, gevelemeden direkt telafüz edilmesi zamanı gelmiş, geçiyor. Ne kadar gizlenmeye çalışılsa da Türkiye’de yaşayan herkes tarafından biliniyorki PKK ve onun yarattığı taban olmazsa BDP ne kimseden oy alabilir, nede yaşayabilir. Bazıları BDP’nin PKK üzerinde etki yaratarak bazı şeylerin yapılmasını istemektedirler, bu yaklaşım da tamamen absurd ve saçmadır. Dolayısıyla BDP’lilerin de, hiç çekinmeden gerçekleri açık açık söyleyerek hem kendilerini hemde PKK’yi savunabilmelidirler. Türkiye yönetimi ve kamuoyu da artık gerçek olarak bildikleri noktaların açık açık söylenmesine tahamül etmesi gerekmektedir.

BDP’nin TBMM’yi boykot etme eylemi henüz sonuçlanmamışken, Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz günü Demokratik Özerklik ilan ettiğine tanık olduk. DTK’nin bu girişimi, BDP milletvekillerinin TBMM’ye döndükten sonraki süreçte sonuç alıcı bir çalışma yürütmelerini zorlaştıracağını düşünüyorum. Zira, ilk günden beri hem AKP, hem MHP ve hemde CHP  ilan edilen Demokratik Özerkliğe karşı olduklarını deklare ettiler. Bu partilerin hakim oldukları bir Mecliste BDP’lilerin nasıl davranacaklarını düşünmek bile zordur. Bu nedenle oldukça kaotik bir sürecin BDP ve AKP hükümetini, yine bilcümle TBMM’yi beklediğini söyleyebiliriz.

Seçimlerden sonraki boykotlar süreci devam ederken, birden Futbolda Şike Operasyonu patlak verdi. Türkiye’nin önde gelen takımlarından olan Fenerbahçe Klübü Başkanı Aziz Yıldırım ve tanınmış bazı futbolcuların gözaltına alınması tüm ülkenin ana gündem maddesi haline geldi. Planlı olarak bu sürece denk getirilen Şike Operasyonu, Temmuz ayı boyunca televizyonların ana haber bültenlerinin başlıca konusu oldu. Şike olayının ne kadar gerçek olduğunu bilemiyoruz ama halen de sıcaklıgını korumakta ve Türkiye spor tarihinde çok önemli bir yere sahip olmuştur.

Futbolda Şike Operasyonunun sıcaklığı daha da arttığı bir dönemde, bu sefer Silvan olayı gündeme giriverdi. Sanki yıllardan beridir Kürdistan’da bir savaş yaşanmıyormuş da ve binlerce insan hayatını kaybetmemiş de, sadece Silvan’da bu olay meydana gelmiştir biçiminde garip yaklaşımlar sergilendi, siyasi demeçler verildi. Halbuki, 1984 yılından beri Silvan olayına benzer ve hatta ondan çok daha kapsamlı yüzlerce ve hatta binlerce çatışma yaşanmıştır. Ne yazikki bugün siyasi demeç veren çıkarcı parti yöneticileri, 27 yıldır yaşanan bu savaşı ve kaotik durumu ranta dönüştürerek kendi varlıklarını sürdürmektedirler. Yitirilen canlar, dağılan aileler onların umurunda olmamıştır. Bakalım AKP’nin bu üçüncü iktidarı Türkiye’nin kanayan yarası olan Kürt Sorununa nasıl bir derman bulacaktır.

Türkiye’deki gündemin nesnel temeli olan olaylarla ilgili tartışma sesleri birbirine karışırken, bu sefer Batı Avrupa’da, Norveç’in Oslo kentinde büyük bir patlama ve Oslo’ya 30 km uzaklıktaki Ütoya adasında da bir katliam yaşandı. Resmi rakamlara göre toplam 76 kişinin hayatını kaybetmiştir. Avrupa’nın en sakin ve refah düzeyinin yüksek olduğu söylenen ülkesi olan Norveç’te meydana gelen bu olay, AB içinde de “aşırı milliyetçilik ve ırkçılık” tartışmaları gündemin temel maddesi haline getirdi. Şimdiye kadar Avrupa kıtasının yöneticileri potansiyel tehlike olarak “fanatik islami örgütlenmeleri” görürken, bundan sonra bu değerlendirme değişmek zorundadır ve Avrupa kendini de gözden geçirmek durumundadır.

Ahmet DERE  /  29.07.2011

3 Temmuz 2011 Pazar

BDP ve Siyasi Sorumluluk

Sorumluluğu en ağır olanlar, şüphesiz siyasetle uğraşanlardır. Dolayısıyla, siyasette sorumluluğu hafife almak, veya fazla ciddiye almayanlar bedelini de ağır öderler. Siyasi sorumluk aynı zamanda kendini iyi tanımayı ve gücünün çok iyi farkında olmayı da gerektirir. Sorumluluğunu bilen ve onun farkında olan siyasetçiler, ne zaman ve nerede adım atacağını da iyi tespit edebilenlerdir.

Bu kısa belirlemeden sonra, sürecin görevlerine ve BDP’nin siyasi sorumluluğuna değinmekte fayda vardır ;

Herşeyden önce, gerek Hatip Dicle’ye yönelik YSK’nin kararına ilişkin olsun, gerekse de mahkemelerin diğer 5 bağımsız milletvekiline ilişkin aldıkları kararlara karşı olsun, BDP öncülüğündeki bağımsızların TBMM’yi boykot kararı isabetli olduğunu belirtmek lazım. TBMM tarihinde belki de ilk defadır milletvekillerine karşı bu şekilde bir anti-demokratik yaklaşım sergilenmektedir. Gerek mahkemelerin, gerekse de YSK’nin yaklaşımı tamamen BDP’ye ve onun şahsında da Kürtlere karşı olduğunu da vurgulamak lazım. CHP ve MHP’nin halen tutuklu olan 3 milletvekilinin bırakılmaması, BDP’li milletvekillerine karşı takınılan tavırın etkisiyle olduğunun altını da çizmek gerekir. Eğer söz konusu 6 BDP milletvekilleri yerine başkaları seçimlere katılmış olsaydı (mahkemelik herhangi bir durumları olmayanlar olsaydı) hem CHP’li Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay, ve hemde MHP’li Engin Alan seçimlerden hemen sonra bırakılmış olurlardı.

BDP’nin Meclisi boykot etme kararı ne kadar doğru ve anlaşılır olsa, CHP’nin Meclisi boykot etme kararı ise o kadar muğlak ve anlaşılmazdır. Baykal dönemindeki CHP açıktan Ergenekon sanıklarının avukatlığını yaptığını hepimiz biliyoruz, şimdiki CHP’nin tavrı da aynı siyasetin devamıdır. CHP’nin hem boykot nedeni, hemde boykota olan yaklaşımı ciddi olmamaktadır, ne yapacağını da bilmemektedir. Bu noktadan bakıldığında CHP’nin yönetim kademesindeki siyasi sorumluluğun pek zayıf olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.

Yükarıda belirtiğim gibi, BDP’nin şimdiye kadar takınmış olduğu tavır doğru ve yerinde olmuştur. Şimdiye kadarki tavır ne kadar doğru ve yerinde ise, bu yaklaşımın bundan sonra daha da devam etmesi de o kadar yanlış olacağını düşünüyorum. Bazen sembolik bir hareket, ki yerinde ve zamanında yapılmış ise, çok gürültülü ve kitlesel olarak da büyük eylemlerden daha fazla etkili olabilmektedir. 1991 yılında Hatip ve Leyla’nın yemin törenindeki tavırlarının etkisi günümüze kadar hisedilmektedir. Bildiğimiz gibi bu arkadaşların eylemleri, birkaç dakkika içerisinde sarfedilen birer cümleliktir. Seçilen zaman, yer ve sözcükler çok isabetli olmuştur.

BDP’nin şimdiye kadar sürdürdüğü boykot eylemi amacına ulaşmamış olsa da, gereken etkiyi yaratmıştır. Bundan sonra boykotun sürdürülmesinde pek yarar olacağını düşünmüyorum. Eğer TBMM siyaset yapma arenası olarak biliniyorsa, ki öyle olmasaydı o kadar çaba sarfedip seçimlere girilmezdi, o zaman 25 kişilik bir grupla da olsa o arenayı iyi kulanmak gerekiyor. Cesaretli ve aynı zamanda da doğru bir siyasi sorumlulukla hareket edilirse, AKP’yi Mecliste daha fazla zorlamak mümkündür. Gerilla ile devlet güçleri arasında yaşanan ve giderek daha da şiddetleneceği mühtemel olan çatışmaların yaşandığı bu dönemde TBMM alanının boş bırakılmaması gerekiyor. Böylesi bir dönemde meclis arenasının boş bırakılmış olması demek, etkin siyaset alanının tamamen AKP ve MHP’ye terkedilmiş olması demektir. Bu iki partinin, dolaylı da olsa, itifak yapması ne Kürt Sorununa bir çözümü geliştirebilir nede Türkiye’nin demokratikleşmesini.

Bazıları BDP’den TBMM’yi tamamen boykot etmesini bekleyip, Amed’de Özerk Kürdistan Meclisini kurma beklentisinde olabilirler. Siyasi sorumluluğu olmayanlar açısından böylesi bir beklenti bir ruya kadar kolaydır. Ancak sorumluluk altında olanlar öyle davranamazlar, gerçekçi olmak durumundadırlar. Yaşanan seçim sürecinde halka verilen vaatler; ilgili adaylar seçildikleri takdirde gidip TBMM’de etkin bir şekilde siyaset yapıp, hem Kürt Sorununa makul bir çözümün gelişmesi için ve hemde Türkiye’nin demokratikleşmesi için çalışacakları noktasında olduğunu hepimiz biliyoruz. TBMM’yi boykot etmekle seçim sürecinde verilen hiçbir vaat yerine getirilemez. Bu durum hem AKP ve hemde MHP’nin tam da istedikleri bir sonuç değilmidir ? Bana göre mevcüt durumdan söz konusu her iki parti de memnündür.

Türkiye kamuoyunun önemli bir kesimi Hatip Dicle’nin haksızlığa uğradığı, cezaevlerindeki milletvekillerinin haksız bir şekilde tutulduklarına ilişkin geniş bir kamuoyunun oluştuğu bu dönemde, eğer BDP gurubu üzerine düşeni yaparsa, hem bir ara seçim sürecine yol açabilir ve hemde tutuklu olan milletvekillerinin serbest bırakılmalarını sağlayabilir. Kılıçdaroğlu’nun Sosyalist İnternasyonal’de lobi yapmasıyla, bilmem Avrupa Parlamentosu veya Avrupa Konseyi’nde benzer çalışmalar yapmakla en fazla içi boş bazı açıklamalar yaptırılabilir, onun ötesinde bir şeyin çıkmasını düşünmemek gerekir. Hatta, bugünki AB ülkelerinde Türkiye’nin mevcüt durumu bıyık altında gülmekle karşılandığını da tahmin etmek zor değildir. Zira, Türkiye’nin anti-demokratik uygulamaları, Türkiye-AB sürecine karşı olanların işine gelip, zamanı geldiğinde kulanabilecekleri bir araçtır.

Genel olarak Türkiye’deki Kürt nüfüsü oranına bakıldığında, 36 milletvekili az görülebilir, fakat geçmiş sürece ve Türkiye’nin gerçekliğine bakıldığında hiç de küçümsenecek bir sonuç değildir. Dolayısıyla yakalanan bu önemli moment ve imkanın çok doğru bir siyasi sorumlulukla değerlendirilmesi kaçınılmazdır. BDP yetkilileri ve yine Kürt Özgürlük Hareketi bu noktada tarihi bir görevle karşı karşıyadır.

Ahmet DERE / 03.07.2011

12 Haziran 2011 Pazar

Seçim Zaferi ve Yeni Bir Dönem

AKP’nin ve tekmil devlet kurumlarının tüm engeleyici yaklaşımlarına karşın, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu tartışılmayan bir başarı elde etmiştir. Bu sonuca varmada Kürt Halkının, Ulusal Birliğe olan özlemi ve Özgürlük Mücadelesine olan baglılığı temel rol oynamıştır.

90’lı yıllardan beri Türkiye’de yapılan seçimleri ilgiyle izliyorum. Şimdiye kadar gerçekleşmiş olan tüm seçimler arasında niteliği, kalitesi, söylemi ve propaganda metodlarıyla en seviyesiz seçim süreci bu yıl gerçekleştirilmiştir. Özellikle siyasi parti liderleri ve onların yönetim kademesindeki kişilerin seçim meydanlarına yansıyan seviyesi düşük üslup ve yaklaşımları aynı zamanda topluma karşı da bir hakkaret olmuştur. Ne var ki, Türkiye toplumu kendine karşı yapılan bu yaklaşımları da alkışlarla ödüllendirmeye alıştırılmıştır ve 12 Haziran günü ortaya çıkan tablo da bunu çok açık bir şekilde göstermiştir.

Tahmin edildiği gibi, AKP bir kez daha birinci parti olmuş ve üçüncü bir dönem için hükümeti kuracaktır. Kaset skandalıyla birlikte Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığına getirilen ve yönetiminde de ciddi değişiklikler yapılan CHP ise beklenilenin altında oy almıştır. Bundan sonraki süreçte Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibini zor günler beklemektedir. CHP içindeki Ulusalcı ve Kemalist kesimlerin Kılıçdaroğlu ve ekibini rahat bırakması hayli zor görülmektedir. Yöneticilerinin ahlakdışı yaklaşımlarıyla seçim sürecinde zor günler yaşayan MHP ise bu sefer de barajın altında kalmayıp 50 civarında milletvekiliyle meclise girmiştir. Son 15 yıldan beridir bu partinin oylarında sürekli belli bir düşüşün sözkonusu olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Yaklaşımında ciddi bir değişikliğin olmaması durumunda, önümüzdeki süreçte oy oranının daha da aşağıya çekileceği aşikardır.

Bu seçimlerden en önemli zaferi Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu kazanmıştır. 36 milletvekilinin çıkarılmasında Kürtlerin Ulusal Birliğe olan talebi ve bu konuda atılan adımların büyük bir rol oynadığını bellirtmek gerekiyor. Eğer BDP, KADEP, HAKPAR ve diğer Kürt Örgütleri birlikte hareket etmemiş olsalardı bügün elde edilen sonucun ortaya çıkması mümkün olamazdı. Dolayısıyla, özellikle Kürtler açısından, bu seçimlerden çıkarılması gereken en önemli husus bu olmalıdır diye düşünüyorum. Bu seçimlerle birlikte, Kürtlerin kendi aralarında sağlıklı bir Birlik yaratma noktasında tarihi bir fırsat doğmuştur. Eğer önümüzdeki süreçte kendini azda olsa sorumlu hiseden Kürt örgüt, kurum ve partileri Ulusal Birlik noktasında ciddi adımlar atmaz iseler, oluşmuş olan bu olumlu havanın kendini uzun süre koruyabilmesi pek zordur. Bu seçimler de bize gösteriyor ki, başarının tek yolu; sağlıklı ve demokratik bir birliktelikten geçer. Şüphesiz bu birliktelik de demokratik ve çağdaş bir mentaliteyi gerektirmektedir.

Tümü BDP’li olmasalar da, 36 milletvekiliyle TBMM’ye giren bir Bloğun yapabileceği çok önemli görevler vardır. Her şeyden önce önümüzdeki dönemde AKP bu gücü görmemezlikten gelemez. İster yeni bir anayasanın oluşumunda olsun, isterse de Türkiye’nin genel sorunları hakında olsun, kurulacak olan BDP Meclis Grubu dikkate alınması gereken bir güçtür. Dolayısıyla, BDP’liler açısından da, geçen döneminkinden çok farklı olarak, ağır görev ve sorumluluklar beklenmektedir. Gerek Kürt Sorununa Demokratik bir Çözümün bulunması konusunda olsun, gerekse de Türkiye’nin çağdaş ve demokratik bir sisteme kavuşması noktasında bu Bloğun çok özverili çaba sahibi olması kaçınılmaz bir görev olarak kendini dayatmaktadır. Umarım seçilen arkadaşlar bunun bilincindedirler.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu listesinden meclise giren Türk Soluna mensup milletvekilerinin olması da önemli bir kazanç olmuştur. TBMM’ye seçilen bu arkadaşların üzerine de tarihi görevler düşmektedir. Şimdiye kadar uzaktan izledikleri Kürt Halkının Demokrasi ve Özgürlük Mücadelesine bizzat katılmaları ve tüm Türkiye’ye maletmede öncülük etmeleri önem arzetmektedir.

Yarından itibaren AKP’nin üçüncü hükümet dönemi başlayacaktır. Anti-demokratik bir husus olan seçim barajı nedeniyle bir kez daha AKP haketmediği halde 325 civarında milletvekili çıkarmıştır. Eğer seçim barajı yüzde 5 veya yüzde 7 olmuş olsaydı, bu dönemki TBMM’de en az 5 parti temsil edilmiş olacak idi. Ne yazık ki, içinde bulunmuş olduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreğinde halen Türkiye’de bu anti-demokratik seçim sistemiyle halkın temsilcileri seçilmektedir. Baraj nedeniyle Türkiye toplumunun beşte biri oy verdiği partiler tarafından temsil edilmemektedir. Bu durum Türkiye’nin bir ayıbıdır ve önümüzdeki seçim dönemine kadar giderilmesi zaruridir.

Dersim’de Blok adayının seçilmemiş olması ciddi bir eksikliktir. Devrimci özelliğiyle bilinen Dersim’de, Kamer Genç’in “Biz Kürt değiliz” biçimindeki demecine rağmen CHP’nin iki milletvekili çıkarmış olmasını Dersim’e yakıştıramam. Bu durum da göstermiştir ki, iddia edildiği gibi, Türk Solu Dersim’de ya yoktur ya da CHP’nin hizmetine girmiştir.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğundan seçilmiş olan tüm arkadaşları kutlar, önümüzdeki dönem çalışmalarından başarılar dilerim.

Ahmet DERE / 13.06.2011

20 Mayıs 2011 Cuma

Ülkem Kan Ağlıyor

Son iki aydır Kürdistan’da çok farklı, şimdiye kadar eşi görülmemiş hasas ve aynı zamanda da tehlikeli bir durum yaşanmaktadır. Gerillanın eylemsizlik kararına karşılık, Türk Ordusu birçok bölgede operasyon üstüne opersayon yapmaktadır. Ciddi çatışmaların yaşanmadığı bölgelerden gerilla cenazeleri toplanmaktadır. Eylemsizlik sürecine rağmen, nisan ayından beri şehit düşen gerilla sayısı 30’u geçmiştir, bu oran 1993-1997 yılları arasında yaşanan savaşın en kirli ve en yoğun olduğu döneminkinden daha fazladır.

12 Haziran’da yapılacak olan genel seçimlerin üç ay öncesinden başlayarak kirli senaryolar devreye sokulmuştur. Sınır tanımadan kirlenen Türkiye siyasetine paralel olarak, Kürdistan’ın çoğu bölgelerinde askeri ve polisiye operasyonlar gerçekleştirilmektedir. Kürt Halkının acısını büyüten gerilla şahadetlerinin yanı sıra, çoğu aktif siyasi çalışmalarla meşgul olan binlerce kişi gözaltına alınmaktadır. Askeri operasyonların yapıldığı bölgelerde, aynı zamanda doğaya da büyük zararlar verilmektedir. Kelimenin tam manasıyla, son iki aydır Kürdistan kan ağlıyor, gerçek bir vahşet yaşanıyor.

Türkiye ve Kürdistan’da gelişen atmosfer böyle devam ederse, tehlikeli ve karanlık senaryoların sayısı her geçen gün daha da çoğalacaktır. Ordunun operasyonlar konusundaki tavrı ve buna karşı AKP hükümetinin kayıtsızlığı, hatta memnün oluşu, giderek Kürtlerin öfkesini daha da büyütmektedir. Eğer duruma müdahale edilmezse, ne yazıkki Kürtlerle Türkler arasında gelişen duygusal kopuşun önünü kimse alamaz. Şiddetin daha da tırmanmasıyla birlikte, bu kopuş ve bununla beraber keskinleşen bir ayrışma durumunun gelişmesini kimse engeleyemez.

Bilinmesi gerekir ki Kürdistan’ın kan ağlaması, Türkiye’nin faydasına olmayacaktır. Eğer çağın medeni dünyasında yer edinmek istenen bir Türkiye arzusu varsa, bunun gerçekleşmesi ancak halkların kardeşliği, birliği ve beraberliğinden geçer. Kimse Kürt Halkının ezilmesi üzerinde büyüme hesaplarını yapmamalıdır, ezilen Kürtlerle birlikte Türkiye de batacaktır. Ayrıca, bunca mücadeleden sonra, ne Kürtler eski Kürtlerdir, ne de dünya eski dünyadır, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada egemen olan nizam ve mentalite artık yoktur.

30 yıldır Kürdistan dağlarında savaşan gerilla Kürt Halkının tarihinde de yepyeni bir sayfa açmıştır. Özgürlük Mücadelesini veren hiçbir gerilla gücü zafere giden yolda yükün en büyük ağırlığını omuzlamamıştır. Gerillanın yarattığı sonuçlar üzerinde siyasi, diplomasi ve kültürel alanların devreye girip, nihai sonuca öncülük etmesi gerekmektedir. Ne varki bizdeki durum böyle olmamıştır, veya olamamıştır, geçen otuz yıllık süreçte ortaya çıkarılan muazam sonuçlar üzerinde sağlıklı bir siyaset ve diplomasi yapan güç henüz yaratılamamıştır. Dolayısıyla, mücadelenin tüm yükü gerillanın omuzunda kalmıştır. Zaman kaybedilmeden bu durumda ciddi bir değişikliğin yapılması kaçınılmaz olmuştur.

Son yıllarda yaşanan gerilla şahadetlerinin acısı çok büyüktür. Bunca mücadeleye rağmen halen bir ayda onlarca gerillanın şehit düşmesinin izahatı olamaz. Bu noktada gerillacılığın sorgulanması gerektiğini düşünmüyorum, esas olarak sorgulanması icap eden siyaset ve diplomasi alanlarıdır. Halkın gerilla cenazelerine büyük bir cesaretle sahip çıkmasını da dikkate aldığımızda, Kürtlerin siyaset ve diplomasi cephesindeki boşluğun ne kadar derin olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Gelinen noktada, çözüm kanalarını yaratma yerine, gerilla cenazeleri üzerinde dar menfaatleri için siyaset yapmak ve meclise girmeyi hesaplamak ne doğrudur nede ahlakidir. Sanırım bu konuda oturup derin düşünmesi gerekenler vardır….

Seçimler yaklaştıkça, Türkiye’deki siyasette de ciddi bir dejenerasyon yaşanmaktadır. Hiçbir ahlaki sınır tanımadan çirkinleşen siyaset üslubu, giderek toplumun da ahlaki ve kültürel seviyesini düşürmektedir. Başta iktidar partisi AKP olmak üzere, CHP ve MHP’nin seçim mitinglerinde kulandıkları üsluba bakıldığında, ne yazıkki sokak kültürüyle yarışan bir tabloyu görüyoruz. Sözde Türkiye’yi çağdaş medeniyetlerle buluşturma sözünü veren bu her üç partinin de çağa aykırı bir pozisyonda olduklarını kimse gizleyemez.

Ahmet DERE / 20.05.2011

3 Mayıs 2011 Salı

Emeğe Saygı Başarının Anahtarıdır !

Emeğiyle değer yaratan kişi, kurum ve halklar, emeğe saygının da ne anlama geldiğini bilmeleri gerekir. Emek verilerek yaratılan bir sonuç ne kadar değerliyse, emek sahibi olanların da o oranda saygı görmeleri doğal bir şeydir. Eğer bir yerde bu noktada herhangi bir çelişki yaşanıyorsa, demekki orada doğal olmayan bir durum sözkonusudur. Doğal olmayan durumların yaşandığı bir yerde, veya bir mücadelede, çeşitli hastalıkların yaşanmasını engellemek de zordur, dolayısıyla buralardan alınması beklenen sonucun elde edilmesi de fevkalede zahmetlidir.

Kürt Ulusal ve Demokratik Mücadelesi çetin bir süreçten geçerek bugünlere gelmiştir. Geçmişe bakmadan ve geçmişte yaşanan zorluklar anlaşılmadan gelinen noktayı anlamak mümkün değildir. Bir siyasi hareket nereden nereye ve hangi emekle geldiğini anlamadan başarılı bir geleceği inşa etmesi zordur. Aynı durum bireyler için de geçerlidir, biri geçmişte verdiği emeğine saygı göstermese, onun tersine bir çaba sahibi olursa, sağlıklı bir geleceğin sahibi de olamaz.

İnsanlar mensubu oldukları siyasi parti veya kurumlardan ayrılabilir, farklı çalışmalarda bulunabilir, ancak geçmişinin aleyhine olabilecek herhangi bir pratik sahibi olmadıkları müddetçe saygı ve değer hakederler. Ne varki biz Kürtlerde bu noktada henüz ciddi bir yaklaşım noksanlığı yaşanmaktadır. Yıllarca emek veren, en zor koşullarda mücadele eden bazı Kürt Aydın, Devrimci ve Demokratları çok doğal (sağlık, sosyal ve ekonomik gibi) nedenlerden ötürü kendi bireysel durumunda değişiklikler yapınca bir anda haketmedikleri yaklaşımlara maruz kalmaktadırlar. Başta Kuzey Kürdistan ve Türkiye olmak üzere, Kürtlerin yaşadığı tüm alanlarda söz konusu yaklaşımlara maruz kalan insanlarımız vardır. Emeğe saygının anlamını bilen hiç kimse bunu tasvip edemez.

Konunun biraz daha somut anlaşılabilmesi açısından Türkiye‘deki legal partileri (bugünki adıyla BDP) ele alabiliriz. Son 15 yıllık geçmişe baktığımızda Legal Kürt Mücadelesinde emeği geçen ve çok samimi görebileceğimiz yüzlerce değerli insanımız bugün safdışı edilmiş durumdadır. Oysa söz konusu olan bu potansiyel çok iyi değerlendirilebilirdi, tecrübesinden yararlanılabilirdi. Bu potansiyel içinden çok daha nitelikli milletvekili adayları, belediye başkanları çıkarılabilirdi.

Özgürlük Mücadelesinin hiçbir zor döneminde yer almayan, hatta kirli savaşın en fazla geliştiği 1993-1997 yıllarında, kendi bireysel istikbali uğruna öğrencilik yapan, çeşitli resmi dairelerde devlete hizmet eden, yakın akrabalarını sürekli mücadeleden uzak tutanların bugün daha fazla değer görmeleri, sanırım birçok Kürdün hoşuna gitmez. Burada kastettiğim husus, yeni insanlara yol vermemek ve onları değerlendirmemek değildir. Mücadelenin safları istekli olan herkese açık olmalıdır elbette, fakat bunu yaparken hiçbir zaman emek veren, aynı zamanda da tecrübeli ve nitelikli olanları yadsımakmak gerekiyor. Halkımız, emeği olan çocuklarını aktif siyasette görmeyince şüpheye kapılmakta, kafasında çelişkiler çoğalmaktadır. Bu nedenle, maalesef, hem genel seçimlerde ve hemde yerel seçimlerde yeteri düzeyde oyların artışı sağlanamamaktadır.

Geçen 30 yıllık Kürt Ulusal ve Demokratik Mücadelesinde çok büyük gelişmeler yaşanmış, önemli değerler yaratılmıştır. Eğer emeğe doğru bir saygı anlayışı çerçevesinde yaklaşılmış olsaydı ve yılların tecrübesiyle yoğrulan potansiyel iyi değerlendirilmiş olsaydı, hem Ulusal Birlik noktasında ve hemde mücadelenin siyasal, sosyal ve diplomatik alanlarında çok daha ileri düzeyde olabilirdik.

Yazımın içeriğinden yanlış anlam çıkarılmamalıdır, kimse benim BDP’ye karşı olduğum manasına getirmemelidir. Halihazırda, Türkiye siyaseti çerçevesinde, BDP’den başka herhangi bir siyasi partiyi savunmam düşünülmemelidir. Buradaki esas amacım, hem BDP yöneticilerinin, hemde bu partiden şikâyetçi olan “yeni ortaya çıkmış“ bazı çevrelerin dikkat etmeleri gereken hususlara işaret etmektir. Ve doğru yaklaşılır, geçmişte yaşanan hatalar telafi edilmek istenirse, bu seçim sürecinde söz konusu potansiyelin desteği alınabilir ve bu hayırlı bir sonuca yol açacaktır. Dolayısıyla, bu önemli süreçte, BDP yöneticileri kendi bireysel çıkarlarını bir tarafa bırakıp, mütevazi bir yaklaşım sergilemeleri önem arzetmektedir.

Halk tarafından değer gören emek, sadece belli bazı parti veya kurumların çatısı altında verilen mücadeleyle ortaya çıkmaz, halkın özgürlüğü için sarfedilen tüm çabalar emektir, değerlidir, saygıyı haketmektedir. Değer ve saygıyı hakeden tüm emek sahiplerine, günün birinde, halkımız hakkını teslim edeceğine dair hiçbir şüphem yoktur.

Son olarak şunu da belirtmeden geçersem bu yazı eksik kalmış olur; 30 yıllık mücadelede gerçekten kendi emeğinin değerini bilmeyen, yaptığı pratiğiyle çok bilinçli olarak geçmişine saldıran Kürtlerin sayısı da az olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla, bu durumda olanların da hiçbir zaman başarılı olmadıklarını ve olamayacaklarını da belirtmek gerekiyor.

Ahmet DERE / 03.05.2011

19 Nisan 2011 Salı

Komplolara Karşı Yaratıcı Olmak Gerekir

Osmanlı Imparatorluğunun mirasını devralan TC tarihinde de komploculuk sürekli başvurulan temel bir yöntem olmuştur. Her ne kadar TC’nin kuruluşuyla yeni bir sayfa açılmış olduğu söylense de, aslında devlet yöneticiliği ve zihniyeti konusunda pek değişen birşey söz konusu değildir. Sadece, değişen dünyaya sözde ayak uydurma babında sunni bazı « değişimler » olmuştur. Bu nedenle günümüzde yaşanan gerçeklik, ne TC’nin ruhuna ve nede onun mirasını devraldığı Osmanlı Imparatorluğunun geleneğine aykırıdır.

Dün öğleden sonra TC Yüksek Seçim Kurulunun (YSK) 12 bağımsız adayını veto etme kararı açıklandı. Bu karar tamamen Kürtlerin iradesine karşı alınmış olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde. YSK’nin gerekçesi ne biçimde açıklanırsa açıklansın, işin esas nedeni, önümüzdeki dönemde Kürtlerin iradesinin mecliste temsil edilmesini engelemekten başka bir şekilde izah edilemez. Türk Devlet sisteminin tüm antidemokratik engellerini aşan Kürt Halkı, az bir sayıda da olsa, mecliste temsil edilmeyi başarması, devletin derin güçlerini yeni komplolar geliştirmeye zorlamıştır. Bu kararla, aynı zamanda, Türk Devletinin Kürt Sorunuyla ilgili herhangi bir çözüm projesine sahip olmadığı da ortaya çıkmaktadır. YSK doğrudan devletin temel kurumlarından biridir ve aldığı kararlar devleti bağlamaktadır.

YSK’nın aldığı bu karar beni pek şaşırmadığını da burada belirtmek istiyorum. Böyle bir kararın çıkacağını tahmin etmemekle beraber, seçim sürecinde devletin ciddi manada engelleyici faktörleri ileri süreceğini seziyordum. Ve bu karar son engel olmayıp, daha farklı sorunların da ortaya çıkması muhtemeldir. Dolayısıyla, gerek BDP olsun, gerekse de özgürlükçü ve demokrat diğer bağımsız adaylar olsun, herkesin çok duyarlı olması ve hesaplı adım atması gerekir.

YSK’nin bu kararına karşı BDP’nin nasıl bir yol izleyeceğini henüz bilemeyiz, sanırım çok kısa sürede belli bir yaklaşım netleştirilecektir. Ancak, bu konuda şu hususun çok iyi bilinmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum ; Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Türkiyeyi Demokratikleştirme Mücadelesi sistemin çizdiği yollardan geliştirilmemiştir, geliştirilemeyecektir. En yararlı ve sonuç alıcı mücadelecilik, yaratıcı olup devletin engellerini aşmayı bilmektir. Bir taraftan, YSK’nin bağımsızlarla ilgili aldığı kararı çok şiddetli bir biçimde protesto etmek gerekirken, diğer taraftan da varolan bağımsız adaylarla seçim sürecine yüklenmek önem arzetmektedir. Elbette Türk Devletinin bu yaklaşımını teşhir etmek amacıyla seçimlerden çekilmek de bir seçenek olabilir ancak, bu durumda söz konusu kararı alan zihniyetin isteği doğrultusunda hareket edilmiş olup, önümüzdeki dönemde meclis arenası tamamen boş bırakılmış olunacaktır. Bu nedenle, tüm engellemelere rağmen, varolan bağımsız adayların başarısı için bu sürece yüklenmekte daha fayda görüyorum.

Türk Devletinin bu yaklaşımı, aynı zamanda Kürt Sorunuyla alakalı olarak ne gibi bir strateji hazırlığı içerisinde olduğunu da ortaya koymaktadır. Ortaya çıkan durum şunu açık bir şekilde gösteriyorki, önümüzdeki 5 yıllık süreç içerisinde Kürt Sorununa devletin projesi (buna AKP’nin projesi de diyebiliriz) doğrultusunda çözüm bulunmaya çalışılacaktır. Önümüzdeki dönemde TBMM’de sadece AKP ve CHP guruplarının bulunması için derin bir hazırlık yapılmıştır diye düşünüyorum. Devletin Kürt Sorunuyla ilgili projesini hayata geçirmek için AKP ile CHP’nin ortak ve rahat çalışmaları öngörüldüğü için, hem MHP’nin barajı aşmaması gerekir ve hem de BDP adına seçimlerde aday olan bağımsızların zayıflatılması lazım. MHP aşırı faşizan uslübüyle, BDP ise daha özgürlükçü ve demokratik talepleriyle devletin söz konusu projesini ciddi bir şekilde engellemektedirler. Dolayısıyla, bu iki partiyi de devre dışı bırakıp, AKP ile kürt asıllı Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP’nin ortak emeleri sonucu Kürt Sorununa « çözümün » bulunması hedeflenmektedir. Hem AKP’nin ve hemde CHP’nin adayları arasına Kürtler arasında dikkat çeken bazı isimlerin yerleştirilmesi de bu amaçladır.

12 Haziran seçimleri hem Türkiye geneli açısından ve hemde Kürt Sorunu açısından yeni bir sürecin başlangıcı olacaktır. Bu dönemde, özellikle BDP açısından, gerek siyasi gerekse de kitlesel gücün çok isabetli değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Seçim itifağı amacıyla HAK-PAR ve KADEP ile yapılan diyalog önemli bir başlangıç olmuştur ancak, bu süreçte Kuzeydeki tüm Kürt Örgüt ve Kurumlarıyla ortak bir platformda buluşmak ve çözüm süreciyle ilgili olarak AKP-CHP projesine alternatif, tüm Kürtlerin arz ve taleplerini içeren bir proje üzerinde çalışılması gerekiyor. Şimdiye kadar verilen mücadelenin boşa gitmemesi ve hakettiği yere oturtulması için, bu dönemde çok duyarlı, yaratıcı ve aynı zamanda da mantıklı hareket edilmelidir.

Son otuz yıllık tarihimize baktığımızda, sömürgeci güçlerin politikaları bize ne kadar zarar vermişse, biz Kürtler arasındaki sosyal, siyasal, partizancılık ve ideolojik sorunlar da o kadar, ve hatta daha fazla, zarar vermiştir. Gelinen aşamada, kendine « demokratım », « yurtseverim » diyen tüm Kürtlerin ortak bir halk projesi etrafında birleşmeleri gerekmektedir. Herkesin kendi imkanlarıyla, yetenekleriyle bu sürece dahil olması için, başta KCK ve BDP olmak üzere, Kuzeyli tüm Kürt Parti ve Örgütlerin üzerine önemli sorumluluklar düşmektedir. Ben böylesi bir sürece « Lihevhatina Gelêri» yani «Réconciliation Populaire» yani «Halkın Barışması » diyorum.

Ahmet DERE / 19.04.2011

7 Nisan 2011 Perşembe

Libya Savaşı Devam Ederken

Hatırlanacağı gibi, bundan 15 yıl kadar önce, ciddi bir şekilde, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile ilgili tartışmalar başlamıştı. İlk dönemde yoğun bir şekilde tartışılan bu proje, son yıllarda kısmen unutulmuş gibi olsa da, bu yılın ilk aylarıyla birlikte Arap Dünyasında olup bitenler, sözkonusu projenin pratikte hayat bulması anlamına gelmektedir. Yani, ABD ve AB öncülüğünde yapılanların amacı dünyaya yeni bir düzen vermektir. Tarihe de bakıldığında, dünya düzeniyle ilgili gelişmeler sürekli Ortadoğu’dan başlayarak gelişmiştir. Ortadoğu sürekli dünyanın merkezinde yer almıştır, öyle olmaya da devam etmektedir.

Emperyalizmin Ortadoğu’ya kendi düzenini vermesi için bazı gerekçelerin varolması gerekir. BOP’un geliştirilmeye başlandığı 1990’lı yıllarda Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü gerekçe oldu. Söz konusu projenin olgunlaştırılmaya ihtiyaç duyulan bu süreçte de Arap Dünyasının diğer yönetimleri araç olarak kulanılmaktadır. Tunus ve Mısır’dan sonra, sıra Libya’ya geldi. Ancak Muammer Kaddafi diğer Arap Liderleri gibi olmadığı için, bugün yaşanmakta olan savaşı kaçınılmaz kılmıştır. Kaddafi’nin bu asabi ve aynı zamanda da direngen kişiliği, bir anlamda Fransa, ABD ve Ingiltere’den oluşan, BOP’un baş aktörleri olan koalisyonun da işine gelmiştir.

Libya’ya karşı geliştirilen savaşın Uluslararası Alanda meşrü gösterilmesi için, ilgili koalisyon güçleri BM Güvenlik Konseyi’ni devreye koydular. Uluslarüstü bir kurum olan BM, ne yazıkki sadece büyük güçlerin talimatıyla hareket ettiği için, Fransa öncülüğünde sunulan önerge suraatle kabul edilerek kararlaştırılmıştır. Rusya Federasyonu, Çin ve Almanya’nin oylamada çekimser kalmış olmaları, onların söz konusu kararı bloke etmeleri anlamına gelmiyordu. Büyük güçler arasında nuans farklılığı böylesi bir çekimser kalışı gerektirmiştir. BM’nin bu kararından sonra, Libya’ya karşı saldırıların kaçınılmaz olduğunu hepimiz biliyorduk. Ve 19 Mart tarihinde beklenen saldırılar başladı.

BM’nin karar aldığı günden sonra Libya Yönetimi uzlaşmaya gelebileceğini açıklasa da, Koalisyon Güçleri saldırılarını durdurmadılar. Zira, Arap Dünyasında halen eski sistemde ısrarlı olan Suriye, Yemen, Ürdün ve diğer ülkelere gözdağının verilmesi, BOP’un yeni bir aşamaya taşınması gerekiyor ve bunun için de Libya önemli bir fırsat idi, bu savaşın geliştirilmesi kaçınılmaz oldu.

Eğer Libya’da, Muammer Kaddafi Yönetimi isyancıları bastırmış olup, eski sisteminin ömrünü biraz da olsa uzatmış olabilseydi, veya bunu başarabilirse, sözkonusu bu durum Suriye, Yemen, Ürdün ve diğer ülkeler için de kötü örnek olacaktır. Bu nedenle, ne olursa olsun Kaddafi Yönetimi gitmeli ve Libya’da, herşeyden önce ABD, Fransa ve Ingiltere’ye biat edecek bir yönetimin işbaşına getirilmesi lazım.

Bazıları bu savaşı daha çok Fransa’nın başlattığını ileri sürmektedir. Fakat şunun iyi bilinmesi gerekiyor ki, eğer ABD istemeseydi ne Fransa ne de İngiltere bu noktada ciddi bir hareketlilik içerisine girmezdi. BOP’un hayata geçirilmesinde yapılan görev paylaşımı gereği, Libya gibi bir ülkeye karşı yapılması gereken savaşın temel sorumluluğu Fransa’ya verilmiştir.

Fransa, dış politikadaki başarıyı iç politikaya yansıtan bir geleneğe sahip olduğu için, hem Fransız Sağcıları, hem Sosyalistleri ve hemde Yeşilleri zaman geçirmeden, Devlet Başkanı Sarkozy’nin bu politikasını desteklediklerini beyan etmişlerdir. Ülkelerinin emperyal çıkarları sözkonusu olunca, partilerüstü politikaların geçerli olduğu geleneğe uygun bir yaklaşımı sergilemişlerdir. Hatta, Sosyalistler biraz daha ileri giderek, “Libya’da evrensel değerler için savaşıyoruz” deyip, başlatılan bu savaşı meşrü gösterme çabası içerisine bile girdiklerine tanık olduk. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy açısından ise, bir taraftan düşmüş olan popülaritesini kısmen kurtarmış, diğer taraftan da, emperyal devlete uygun bir başkan olduğunu göstermiştir.

Libya konusunda hiçbir öngörüsü, geleceğe yönelik hiçbir planı olmayan Türkiye ise, deyim yerinde ise, tam anlamıyla ne yapacağını şaşırmıştır. Daha önce Saddam Hüseyin’e karşı yapılan savaşta olduğu gibi, bu sefer de en büyük zararı Türkiye’nin göreceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. AKP’nin kararsız yaklaşımı ve seçimlerle ilgili karmaşık hesapları tutmamıştır, tutmayacaktır. Başta Libya’ya karşı yapılacak herhangi bir saldırıya karşı olduğunu beyan etse de, ABD’nin mudahalesiyle NATO şemsiyesi altında bu savaşa bizzat katılmayı da kabul ederek ne kadar tutarsız olduğunu alenen göstermiştir. Ve TSK Libya’da savaşıyor.

Arap Ülkelerindeki Monarşik ve Antidemokratik Yönetimlerin gitmesi gerektiğini, demokratik kültürden az da olsa nasibini almış olan herkes söyler. Hem Muammer Kaddafi, hem Hüsnü Mubarek, hem Zeynel Abidin Bin Ali, hem Beşar Asad ve hem de diğer Arap Devletlerinin halklarına yaptıkları zülüm kabuledilemez. Hem bu ülkelerde, hem de Türkiye ve dünyanın diğer birçok ülkesinde demokrasinin gelişmesi ve halkların öz çıkarlarını savunan yönetimlerin gelmesi için çalışmak, aynı zamanda bir insani görev ve sorumluluktur.

Ancak, bugün Libya’da olup bitenler, ne yazıkki bu amaçla yapılmamaktadır. Yaşananlar, BOP’un pratikte egemen kılınması içindir. Kısacası, özellikle Ortadoğuda, Emperyalist Güçler, kendi denetimleri dışında yönetim istememektedirler. Bunun için gerekirse bin dereden su getirilerek müdahale gerekçesi yaratılacaktır. Ne varki, yapılan herşey “Demokrasi” ve “İnsan Hakları” kılıfına da uydurulmaktadır.

Ahmet DERE / 06.04.2011

20 Mart 2011 Pazar

12 Haziran Seçimleri ve Kürtler

Bu yıl Türkiye’de yapılacak olan genel seçimlere iki aydan biraz fazla zaman kaldı. Ülkenin gündemi bir süreden beridir seçimlere endekslenmiş durumdadır. Her siyasi parti hesaplarını bu seçimlere göre yapmakta ve elindeki tüm kozları oynamaktadır. 12 Hazirana kadar Türkiye’deki toplumların tartışma konuları sadece seçimler ve ona bağlı olarak miting meydanlarında yapılacak olan polemikler olacaktır.

Bugün, bu yazı vesilesiyle, seçimlerin Kürtler açısından ne anlama geldiğini ve BDP’nin dikkat etmesi gereken hususları irdelemek istiyorum.

Geçen son dört yıl boyunca gerek türkçe gerekse de kürtçe olarak kaleme aldığım yazılarımda BDP ile ilgili görüşlerimi okuyucularla paylaştım. Bu yazılarımda zaman zaman BDP’nin eksikliklerini, yetmezliklerini de elleştirdim. Söz konusu yazılarımdan ötürü BDP tarafından ne gibi tepkiler gösterildiğini pek bilemem, bazı arkadaşların « Analizleriniz yerindedir heval » biçimindeki kısa mesajlarından yola çıkarak somut birşey söyleyemem.

Gelinen aşamada, niyeti kötü olmayan herkesin yapacağı öneri ve elleştiri BDP yötecisi olan ve bu konuda kendini sorumlu görenler tarafından dikkate alınmalıdır. Zira, söz konusu olan salt BDP’nin seçimlere girmesi değildir, Kuzey Kürtlerinin Özgürlük Mücadelesi ve geleceği söz konusudur. Dolayısıyla, bu mücadelede, az veya çok, emeği geçen herkes bu seçimleri çok önemsemektedir.

Seçimlerden iyi sonuç almanın püf noktası, milletvekili adaylarının isabetli tespit edilmesidir. Kürt toplumunda hakim olan genel yaklaşıma baktığımızda, parti olayından daha fazla, seçimlerde aday olarak gösterilen şahsiyetler önemli görüldüğünü biliyoruz. Türkiye’nin her bölgesinde bu nokta önemli olurken, özellikle Kürtler açısından bu husus daha fazla dikkate alınmaktadır. Bu optikten olaya baktığımızda, BDP’nin göstereceği adayların profili 12 Haziran seçimlerinin sonucunu belirleyecektir.

Doğru adayların tespiti açısından, geçen 4 yıllık dönemin pratiği çok iyi analiz edilmelidir diye düşünüyorum. Geçen dönemde TBMM’ye giren bazı temsilcilerin varlığının pek hisedilmemesi, hatta isimlerinin bile halk tarafından bilinmemesi, bariz olarak görülen bir eksiklik olup, bu yıl açısından da önemli bir sorumluluğu ortaya çıkarmaktadır. Eğer geçen dönemden sağlıklı sonuçlar çıkarılmaz ve, daha önceki dönemde yaşandığı gibi, bu sefer de bazıları kendi ahbap ve akraba çevresinin adaylığı noktasında ısrar ederlerse, ne yazık ki beklediğimiz bir aday profili ortaya çıkamaz. Her bölgenin özgün yaklaşımı dikkate alınmadan gösterilen adaylar sadece oy kaybettirir. Eğer 2007 seçimlerinde söz konusu bu yanlış yaklaşımlar sergilenmemiş olsaydı, inanıyorum ki en az 25 milletvekili çıkarılacaktı.

Türkiye’deki Kürtlerin yüzde altmışı Özgürlük Mücadelesinde emeği geçmiştir. Eğer sağlıklı aday tespiti yapılırsa, Türkiye’de 25 milyona yakın olan kürt nufusunun yüzde 60 oyları alınabilir. Bu potansiyelin oy oranı en az 7 milyondur dolayısıyla, bu rakam yüzde 16’lık bir oya tekabul etmektedir. Devletin özel engeleme ve hile payı yüzde 5 olsa bile, yine de BDP’nin kendi başına seçimlere girmesi durumunda, barajı rahatlıkla aşabilir demektir. Geçen dönem açısından bu noktadan bakılırsa, temel kusurun aday tespitinden kaynaklı olduğunu söylemek yerindedir.

Sonuç olarak şu hususun altını çizmek istiyorum ; Gerek BDP’de olsun, gerekse de diğer Kürt Kurumlarında, kimse koltuk sevdalısı olmamalı ve kendisini merkeze koymamalıdır. Şimdiye kadar iki dönem milletvekili olan hiç bir BDP’linin tekrar aday olmamasını öneriyorum. Yeni aday gösterilen her adayın da, aday gösterilecek olan bölgeden olması, kürtçeyi en az konuşabilecek kadar bilmesi ve bölge halkı tarafından da sevilen bir şahsiyet olması şart olarak görülmelidir. Kürtler arasında bu profile uygun adaylar konusunda sorun olmadığını düşünüyorum.

Herkesin Newroz bayramını kutluyor, başarılar ve esenlikler diliyorum.

Ahmet DERE / 20.03.2011

20 Şubat 2011 Pazar

Derin Komplo Süreci ve Şıvan Perwer

Kürtlerin tarihi komplolarla doludur. Bazen Kürtler kendi kendilerini tasfiye etmek için komplolar geliştirmişler, bazen de sömürgeci güçler, « böl yönet » politikası gereği, kendilerine karşı engel olarak gördükleri Kürtleri bertaraf etmek için komplo senaryolarını devreye sokmuşlar. Tüm bu senaryoların hayata geçirilmesinde rol oynayan temel unsur Kürtler olmuştur.

Yakın tarihimizde yaşanan ve Uluslararası Komplo olarak bilinen 15 Şubat Komplosunun arka planında da yine Kürtlerin rolünü görmek mümkündür. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla, PKK’nin dağılacağı yönündeki düşüncelerin geliştirilmesinde de, yine kürt unsurlarının rolü vardır. 15 Şubat’tan sonra PKK’nin dağılmadığı görülünce, bu sefer ek komplo senaryoları devreye sokulmuştur; Imralı ile Kandil arasında çelişkiler geliştirerek, yavaş yavaş silahlı gücün etkisini kırmak. Bu çabanın sonucu olarak, 2003 yılında PKK’den kopuşlar yaşanmış, yurtsever kürt kitlesinin kafasında derin çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açılmıştır.

Başarılı olamayan her komplo senaryosuna bağlı olarak yeni yöntemler geliştirilmiştir. Ve, 15 Şubat’tan 12 yıl sonra, tekrar yeni ve daha derin bir komplo ile karşı karşıyayız. Özelde PKK’ye karşı, genelde de tüm Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı yeni bir komplo süreci başlamıştır. Geçmişte olduğu gibi, bu derin komplo sürecinde de yine baş figüran rolü Kürtlere verilmiştir.

Son günlerde bazı kürt internet sitelerinde, yazılı ve sözlü basın organlarında Şıvan Perwer ile ilgili tartışmalar yapılmaktadır. Şıvan’ın türk medyasına verdiği demeçler, Bülent Arınç ile görüşmüş olması ve TRT Şeş’e çıkması, önemli bir kürt kesimi tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Düşünce özgürlüğü gibi, tepki göstermek de, şiddet içermediği ve kişilik haklarına saldırı olmadığı müddetçe, evrensel bir insani haktır. Dolayısıyla, Şıvan’ın bu son yaklaşımlarına karşı gösterilen tepkilerin bir kısmı da haklı ve yerinde görülebilir. Ben kendim de, bırakın Şıvan gibi bir kürt sanatçısının, kendini kürt olarak bilen hiç kimsenin TRT Şeş gibi, asıl misyonu Kürtleri asimile etmek, kürt dilini ve kültürünü erozyona uğratmak olan bir kurumda çalışmasını tasvip edemem, bu tür yaklaşımlara sahip olanları kınıyorum.

Şıvan’ın bu son yaklaşımlarını, Derin Komplo Süreci’nin önemli bir parçası olarak görmek gerekiyor. 12 Haziran’da yapılacak olan seçimlerden galip çıkarak, üçüncü bir dönem hükümetini kurmak isteyen AKP, aynı zamanda Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı da yeni bir süreci geliştirmeye çalışmaktadır. Bir taşla iki kuşu vurmayı amaçlayan AKP, Şıvan’ı ve onun gibi olabilecek kürt çevrelerini birer araç gibi kulanmaktadır. Gerek Şıvan, gerekse de O’nu destekleyen çevrelerin bir kısmı, AKP‘nin -buna türk devleti de diyebiliriz- amacının bilincinde olmayabilirler. Cehenemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir diye bir deyim vardır, dolayısıyla olayların bilincinde olup veya olmamak hiç bir anlam ifade etmez, önemli olan, hizmet edilen amacın ne olduğudur.

Gelelim Şıvan’a karşı tepki gösteren kimi kürt çevrelerinin yaklaşımlarına. Maalesef bu konuda da ciddi bir sorun, bilinçsizlik ve hatta, bunun da ötesinde, bir art niyet vardır. Bazıları Şıvan’a karşı tepki göstermekle PKK’ye ve ona yakın çevrelere şirin görünme çabasındadırlar. Bazıları da Şıvan’a karşı sert ve hakaret edici tavırlarda bulunarak ucuz kahramanlık taslamaktadırlar. Bunlar arasında türk ordusuna askerlik yapmış olanlar, Kürt Özgürlük Hareketine karşı her tür hakareti eden türk kurumları ve iş çevreleriyle çalışanlar, ne kendisi, ne de ailesinden hiç kimse, bir gün bile, Özgürlük Mücadelesinde yer almayanlar da bulunmaktadırlar. Böyle olanlar ile TRT Şeş’e çıkan ve orada çalışanlar arasında ne fark vardır diye sormak istiyorum. Bunlar arasında PKK’yi de komplonun içine çekmek amacında olanların da bulunmadığını nereden bilelim. Dolayısıyla, Şıvan’a karşı tepki göstermek de, PKK’yi savunmak da bir nitelik ve pozisyon gerektirir. Bu konuda söylenecek çok fazla söz var, ama anlayanlar için bu kadarı yeterlidir diye düşünüyorum.

Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı geliştirilmeye çalışılan bu yeni ve derin komplo sürecinde tüm yurtsever Kürtlerin duyarlı olması gerekmektedir. Bu sürecin boşa çıkarılması, sadece Şıvan ve onun gibileri olanlara karşı tepki göstermekle mümkün olamaz. Bu sürecin hasasiyetine uygun olarak çok bilinçli hareket etmek daha önem arzetmektedir. Başta KCK, DTK ve BDP olmak üzere, Hak-Par, KADEP, KOMKAR ve diğer tüm kürt örgüt ve kurumları bu tehlikeli süreci boşa çıkarmak için duyarlı olmalıdırlar. Türk devletinin “böl yönet“ politikasına karşı, “bölünmeyiz, daha da bütünleşeceğiz“ şiarıyla hareket etmek kaçınılmaz olarak görülmelidir. Unutmamak gerekiyorki, komplocuların bir amacı da, Kürdü Kürde kırdırtmaktır, işte bu noktada onları boşa çıkarmak da bizim görevimizdir. Komplo değirmenine su taşımamak için, gerekirse Şıvan veya ona benzer gibi olaylar görmezden de gelinebilir. Bazı olaylar büyütüldüğünde daha fazla değer kazanmış olacaktır.

Ahmet DERE / 20.02.2011

6 Şubat 2011 Pazar

Arap Dünyası ve Çıkarılması Gereken Dersler

Büyük bölümü monarşiyle yönetilen Arap dünyasının Akdeniz kıyısındaki Tunus’ta, 17 Aralık’da başlayan halk isyanı, 23 yılldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin Bin Ali‘nin, 14 Ocak cuma günü ülkesinden kaçarak Suudi Arabistan’a sığınmasına neden oldu. Böylece, 23 yıllık iktidarı dört haftalık bir isyan sonucunda düşmüş oldu. Henüz ortalığın sakinleşmediği ve kaosun hakim olduğu Tunus’ta, az da olsa demokratik bir gelişmeye yol açabilecek imkanlar ve cesaret yaratıldığını söylemek mümkündür.

Tunus’tan sonra, aynı gelişmeler Mısır’da da yaşandı. 'Tunus virüsü' olarak adlandırılan halk isyanları, Mısır'da Mübarek rejimini zorlamaktadır. Bu yıl, iktidarının 30. yılını kutlamaya, tahtını oğluna devretmeye hazırlanan Hüsnü Mübarek, karşılaştığı halk isyanıyla son ve zor günlerini yaşamaktadır. Isyanların başladığından beri, göstericiler ile polis ve Mübarek yandaşları arasında meydana gelen çatışmalarda onlarca kişi ölmüş, yüzlercesi de yaralanmış ve binlerce gösterici ise gözaltına alınmıştır.

1981 yılından bu yana ilk defadır Mısır halkı yönetime karşı çıkma cesaretini göstermiştir. 30 yıldır Mısır’ı despot bir rejimle yöneten Mübarek’e karşı halkın ses çıkarmaması, hem arap dünyasına özgü bir gelenekten ötürü ve hem de, başta ABD olmak üzere, Batının sözkonusu bu ülkelere biçtiği misyondan kaynaklı olduğunu bilmekte fayda vardır. Arap dünyasında bugün meydana gelen isyanlara ilişkin destekleyici yaklaşım sergileyen Batılı güçler, geleceğe ilişkin de yeni projeler üretmektedirler. Şüphesiz Iran gibi güçler de ortaya çıkan bu tablodan faydalanmak isteyeceklerdir. Ancak, kim veya hangi güç olursa olsun, geliştireceği sistemde halkların özgürlük taleplerini ve onların minimum insani haklarına saygıyı esas almaları şarttır. Bu kural kendi geçerliliğini tüm çıplaklığıyla dayatmaktadır.

Tunus ve Mısır'daki isyanların harekete geçirdiği diger bir ülke ise Yemen olmuştur. Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih kamuoyuna açıklama yaparak, 2013’te yapılacak seçimlerde adaylığını koymayacağını belirtmiş olsa da, halkın değişim yönündeki talepleri azalmamakta, tam aksine daha da artmaktadır. Mısır’da olduğu gibi, Yemen halkı da monarşik ve totaliter rejimi yıkmada kararlı görünmektedir. Benzer bir durum Suriye ve Ürdün’de de yaşanmaktadır. Beşar Esad ve Ürdün kralı Abdullah, gelişebilecek halk isyanlarını engelemek amacıyla çeşitli reform vaatlerinde bulunmalarına rağmen, gelişmeler gösteriyorki, önümüzdeki günlerde bu iki ülke’de de isyanlar patlak verecekir.

Gelişen bu özgürlük ruzgarının eseceği ülkeler sırasında, Suriye, Yemen ve Ürdün’den sonra, Suudi Arabistan, Cezayir gibi ülkeler de vardır. Açılan bu yeni sayfa, salt arap dünyasıyla sınırlı kalmayıp, aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde de ciddi bir etki yaratacaktır.

Tunus ve Mısır'daki gelişmelere bakıldığında şunu görmek mümkündür; herşeyden önce, gelişen bu yeni durum, arap halkları açısından yeni bir tarihi sayfa olacaktır. Bundan sonra, ne Ortadoğu'daki diktatör rejimler eskisi gibi halkları yönetecekler, ne de Batılı güçler söz konusu bu ülkelere dayalı hegemonik hesaplarını rahat rahat yapacaklar.

Arap dünyasında yaşanan bu gelişmeler karşısında, Türkiye’deki halkların etkilenmemeleri düşünülemez. Yeni dünya koşullarında hiçbirşey demokratik ve insan haklarına aykırılığı kabul etmemektedir. Ister uluslararası bir güç olsun, ister sıradan bir ülke, isterse de herhangi bir parti veya örgüt olsun, demokratik, çağdaş ve bireyin özgürlüğüne değer vermeden varlığını koruması mümkün değildir. Günümüz dünyasında gelişebilmenin tüm yolları zihniyetin demokratikleşmesinden geçmektedir. Bu olgu, güç ve sistemler için geçerli olduğu kadar, bireyler ve sıradan kurumlar için de geçerlidir. Dolayısıyla, çağa ayak uydurabilmek için, herkesin ve her gücün bu obtikten bakması kaçınılmazdır.

Arap dünyasında yaşananlar Kürtleri de yakından ilgilendirmektedir. Gerek Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi açısından olsun, gerekse de Kuzey Kurdistanlı Örgüt ve Kurumlar açısından olsun, Arap dünyasındaki monarşik ve totaliter yönetim biçiminin bu akıbetinden çıkarmaları gereken bolca dersler bulunmaktadır.

Ahmet DERE / 06.02.2011