30 Aralık 2015 Çarşamba

Bağımsız Kürdistan Zamanı



Geçenlerde Güney Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesut Barzani “Bağımsız Kürdistan’ı ilan etme zamanı gelmiştir” biçiminde bir açıklama yaptı. Kürtlerin bin yıllık hayalinin gerçekleşmesi yolunda bir ön hazırlık. Bunun için ciddi bir diplomatik çalışmanın yapılması gerekir. Bir devletin ilanı, hele hele sözkonusu Kürt Devleti’nin ilanı olunca, işlerin daha da zor olduğunu bilmek lazım. Güney Kürdistan yetkililerinin bu noktada yeterince bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olduklarını düşünüyorum. Dolayısıyla başlatılan sürecin yavaş yavaş yürüyeceğine, tüm engellere rağmen Kürtlerin bin yıllık hayalinin gerçekleşeceğine inanıyorum.

Bağımsız Kürdistan’ı ilan etmek sözde kolay olabilir, fakat pratikte ve onun statüsünü dünyaya kabul ettirmek öyle kolay değil, olmayacaktır da. Etrafı ‘düşman’larla çevrili, dünyada gerçek sayılabilecek çok az sayıda ‘dost’ devletin olduğu bir Kürdistan’ın Bağımsızlık İlanı aynı zamanda bölge ve onun da ötesinde dünya siyasi dengelerini etkileyecek bir adım olacaktır. Buna karşı elinden geleni yapmaya hazır, hatta savaşa bile girmekten kaçınmayacak komşu ülkelerin olduğunu da eklersek bu işin ne kadar zor olacağını tahmin edebiliriz.

1990’dan beri fiili olarak kendini yöneten Güney Kürdistan geldiğimiz aşamada, özellikle de Arap Baharı ile birlikte değişen bölge dengelerini dikkate aldığımızda, Bağımsızlık ilanını gerçekleştirmesi hem zorunlu hem de zamanı. Zorunlu diyorum, çünkü değişen ve giderek  uluslararası güçlerin üzerinde mutabık kalabilecekleri bir Ortadoğu denkleminde eğer bağımsızlık ilan edilmez ise orada ayakta kalmanın şartları giderek ortadan kalkacaktır. 1990’dan şimdiye kadar Güney Kürdistan şu veya bu şekilde, 2002’den sonra da fiiliyata özerk bir bölge olarak ayakta durabildi. Ancak bundan sonra durum öyle kalmayacaktır, değişen ve giderek yeni bir form alan bölge siyasi dengeleri içinde özerk bir bölge gibi ayakta kalmanın şartları zorlaşacaktır. Bir anlamda Güney Kürdistan için ‘Bağımsızlık Ilanı’ hayati önemdedir. Bu yolda ne kadar hızlı davranılırsa o kadar faydalı olur, hızlı davranıldığı gibi de ihtiyatlı ve mantıklı olmak zorunludur.

Uluslararası siyasi ortamın Güney Kürdistan’ın Bağımsızlık Ilanı için olumlu olmakla birlikte ince ayarlı olduğunu da burada belirtmekte fayda vardır. Son yıllarda Sayın Mesut Barzani’nin Avrupa başkentlerine yaptığı ziyaretleri ve buralarda yaptığı temasları, daha sonra ortaya çıkan etkilerini takip ettim. Güney Kürdistan’ın ‘Bağımsızlık Ilanı’ için diyebilirim ki şimdiki hava oldukça olumludur. Daha önceki yıllarda bu konu dile getirildiğinde Avrupalı yetkililer ya yorumsuz geçiştirirlerdi ya da olumsuz anlamına gelebilecek analizler yaparlardı. Fakat şimdi öyle değil, özellikle DAEŞ tehlikesinin ortaya çıkışından beri ve Kürtlerin ona karşı verdiği savaştan ötürü Avrupalı güçlerin Kürtlerle ilgili, özellikle de Güney Kürdistan ile ilgili yaklaşımlarında ciddi manada bir değişiklik görülmektedir.

Güney Kürdistan’ın ‘Bağımsızlık Ilanı’ sadece bir parçadaki Kürtleri ilgilendirmiyor, kalben Kürt olan herkesi ilgilendiren bir olgudur. Bağımsız bir Kürt Devletinin BM üyesi olması tüm Kürtlere yeni bir kimlik kazandıracaktır. Kürdistan’ın hangi parçasından olursak olalım, BM tarafından tanınan Kürdistan hepimizin anayurdu ve vatanı sayılır. BM tarafından tanınan Kürdistan’ın resmi sınırları pek önemli değildir, şimdiye kadar çoğu Kürtlerin hayali olan ‘Kürdistan Devleti’ varlığının ispat etmesi ve okullarda görülen coğrafya dersinde ‘Kürdistan’ diye bir ülkenin yer alması kendi başına tarihi bir olaydır. O zaman yabancı ülkelerde ‘Kürdistanlıyım’ dediğimizde karşımızdaki kişi ‘orası da neresidir’ demez, diyemez. Kürdistan’ın hangi parçasından olursak olalım, ‘Kürdistanlıyım’ diyebiliriz, buna kimsenin itirazı da olamaz.

Güney Kürdistan’ın ‘Bağımsızlık Ilanı’ konusu henüz resmen gündeme oturmuş değildir. Umarım Sayın Mesut Barzani ve Güneyli diğer yetkililer artık bu tarihi adımı atmada teredut etmezler. Yukarıda belirtiğim zorluklar bilinmesine ragmen, hiç bir zaman bölgesel ve uluslararası siyasi ortamın da bu kadar olgunlaşmadığını dikkate alarak sözkonusu adımın  geciktirilmeden atılması gerekiyor.

2015 yılının bu son günlerindeki en içten temenim budur. Bağımsız bir Kürdistan hayalimizin geçek olacağı umuduyle hepinizin yeni yılını kutluyorum.

Ahmet Gulabi DERE  /  30.12.2015 

27 Kasım 2015 Cuma

Ortadoğu


DAEŞ teröristlerinin 13 Kasım’da Paris’te yaptıkları barbarca saldırılarından sonra Fransa Charles de Gaule uçak gemisini Körfez’e gönderdi. Zaten yıllardır Ortadoğu’da sürmekte olan savaş farklı yöntemler ve bahanelerle daha da tırmanacağını tahmin ediyorduk. Fransa ile Rus’yanın yakınlaşmaya doğru evrilen ilişkileri ise gizliden gizliye bazı güçleri rahatsız etmeye başlamıştı. İşte tam da bu sırada Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi, zaten sıcak olan Ortadoğuyu daha da ısıtmıştır. Dolayısyla girdiğimiz süreç, genelde dünya için, özelikle de Ortadoğu için hem çok tehlikeli hem de yepyeni çıkar ilişkilerini ve de dünya düzenini yaratacağa benziyor.

Paris Saldırılarından sonra François Hollande azalan popülaritesini de yükseltmeyi umarak diplomatik bir atağa geçti. Bir taraftan AB içinde başlıca rol oynayan bir ülkenin lideri olarak mütefiklerini DAEŞ’e karşı daha aktif rol oynamaya davet ederken, diğer taraftan da NATO’nun lideri konumunda olan  ABD’ye gider Obama’nın aktif desteğini almaya çalıştı. ABD’den döner dönmez bu sefer Moskova’ya gidip Putin ile ortak hareket etmeyi istemektedir. Tüm bunları yaparken de Fransa Halkına koruyuculuk yaptığını göstermeyi de ihmal etmemektedir. 13 Kasım’dan bu yana ulusal bazda yapılan törenlere ve güvenlik ile ilgili toplantılara olağanüstü bir gayretle katılmaktadır.

13 Kasım’dan bu yana başta Fransa ve Belçika’da olmak üzere, Avrupa’nın tümünde ciddi bir güvenlik alarmı yaşanmaktadır. Bunu bizzat burada yasayan bizler günlük hayatta daha iyi farkediyoruz. Bu durumun yaşanmasında en fazla hedef tahtasında olan ise Ortadoğudur. Dolayısıyla giderek ısınan ve yeni « gelişmeler »e açık olan bölgemiz 2016 yılında daha ciddi bir altüst oluşu yaşayacaktır diye düşünüyorum. İyi mi olur ? orasını gelişmeler gösterecektir. Ancak dışarıdan yapılan her müdahaleye basma kalıp ideolojik yaklaşımlarla ‘kötüdür’ deyip geçen biri değilim, zira Ortadoğu’nun yerlisi olarak bildiğimiz güçlerin ne durumda olduklarını, nasıl bir geleceğe umut vaatettiklerini biliyoruz.

Yükarıda yazdıklarımdan hareketle 2016 yılının çok ama çok sıcak geçeceğini tekrarlamaya gerek yoktur. Önümüzdeki yıl Rusya-Türkiye-NATO-Bağlantısız Güçler dörtgeninde bayağı ciddi bir bilek güreşine tanıklık yapacağız.

Avrupa Konseyi ve Türkiye

Geçen günlerde Avrupa Konseyi’nde yetkili bir eski dostumla sohbet ederken konu Türkiye’ye kaydı. Zaten bu gibi kurumlarda tanıdığım her dost ve arkadaşlarla her biraraya geldiğimizde konu dönüp dolaşıp Türkiye’ye geliyor. Sebebi malumdur….

1 Kasım seçimlerinden sonra ilk defaydı (burada ismini vermek istemiyorum) sözkonusu bu dostum ile biraraya gelmiştik, dolayısıyla seçimleri, kurulan hükümeti ve benim özellikle öğrenmek istediğim Avrupa Konseyi’nin Türkiye’ye olan yaklaşımında bir yeniliğin olup olmamasını konuştuk.

Herşeyden önce bellirtmek gerekiyor ki Avrupa Konseyi Türkiye’yi yakından izleyen bir kurumdur. Yapılan her seçimlerde olduğu gibi geçen 1 Kasım seçimlerinde de kendi izleme mekanizmasını çalıştırmıştır. Fakat benim ve benim gibi düşünen birçok insanın aksine Avrupa Konseyi 1 Kasım seçimleri konusunda Türkiye’yi pek elleştirmemektedir, hatta hiç elleştirmemektedir. Seçimlerde, kendine göre, sadece küçük bazı sorunların yaşandığını tespit etmiş olan bu kurum bunları da pek tartışma konusu yapmamayı tercih ettiğini farettim. Sadece AKP’nin yeni Anayasa konusunda Venedik Komisyonuna danışması gerektiğini öneren, yolsuzluklar konusunda dosyaların daha şefaf bir yargı sürecinden geçirmesini isteyen bir Avrupa Konseyi tavrı sözkonusudur. Buradan hareketle şunu iyi anladım ki; TBMM’nin Avrupa Konseyi Delegasyonunda yer alan CHP, MHP ve HDP üyeleri yeterince görevlerini yerine getirmemişlerdir. Aksi halde eskiden Türkiye’yi sert bir dille elleştiren Avrupa Konseyi, ülkenin bir bölümünde yaşanan savaşa, ilan edilen sokağa çıkmalara, gayri resmi olarak yaşanan sıkıyönetimlere, yolsuzluk ve diğer antidemokratik uygulamalara rağmen bugün Türkiye Hükümetini destekler manada bir tavır içinde olmazdı, olamazdı.

NOT : Kurulan yeni hükümette Dışişleri Bakanlığına yeniden Mevlüt Çavuşoğlu’nun getirilmiş olması da Avrupa Konseyi’ni gayet memnün etmiştir. Zira  Mevlüt Çavuşoğlu daha önceki yıllarda bir dönem Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’ne başkanlık yapmış biridir. Avrupa Konseyi yaklaşımı üzerinde bunun da bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Ahmet Gülabi DERE  /  27.11.2015

28 Ekim 2015 Çarşamba

Barış ; Herkese Lazım


Barış kutsal bir kavramdır, herkese ve her yerde lazım olan bir değerdir. Ne var ki doğduğumuz ve çocukluğumuzun geçtiği ülke toprakları üzerinde bu kutsal değeri sürekli kirleten ve bir türlü yerleşmesine müsaade etmeyenler olmuştur ve ısrarla varlığını sürdürmektedirler.

Geçen günlerde yaşanan Ankara Katliamı da Türkiye’ye yerleşmesini istediğimiz Barışa karşı yapılan kirli bir eylem olmuştur. Bu katliam sadece birkaç teröristin yaptığı bir eylem değildir, ona zemin sunan herkesin ve her kesimin alçakça destek verdiği bir pratiktir. Ankara Katliamından sonra evinden veya işyerinden dışarı çıkmayarak, televizyonu karşısında sırıtarak sevinen herkes bu katliamın suç ortağı olduğunu bilmelidir.

Birileri zanediyor ki Türkiye’de Barış sadece Kürtlere ve kendini demokrat ve aydın görenlere lazım olan bir değerdir. Oysa ki Barış herkese gerektir. Eğer birileri Türkiye ve Kürdistan’da  rahat bir ekmek yemek istiyorsa, orada rahat bir uyku düşlüyorsa ancak o topraklara Barışın gelmesiyle, yerleşmesiyle bu mümkün olur. Türkiye’ye Barış gelmeden hiç kimse orada ne rahat bir ekmek yiyebilir ne de gözüne rahat bir uyku girebilir. Hergün dağlarda ve kentlerde hayatını kaybedenler bu ülkenin çocukları ise bu topraklarda yaşayan herkes tehlikededir demektir.

O zaman ne yapmalı ?

İşte sözde kolay cevaplanan ama pratikte herkesin gereğini yerine getirmediği bir sorudur bu. Oysa ki « Ne Yapmalı » sorusunun cevabı çok kolay ; eger herkes herkesin gerçekliğini kabulense, onun değer yargılarına saygı gösterse o zaman bu topraklara barış gelecek, bir daha Ankara Katliamı gibi vahşetler yaşama zeminini bulamayacaktır.

Türkiye sadece Türklerindir zihniyeti egemen olduğu müddetçe bu topraklara Barışın gelemeyeceğini bilmek gerekir. Bu topraklarda Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Ermeniler, Rumlar ve diğer halkların da yaşadığını bilerek burada tüm bu halkların eşit hakları olduğunu herkes kabulenmek ve idrak etmek durumundadır. Ayrıca, bu topraklar üzerinde Barışa karşı kim engel çıkarıyorsa ona kendisini yaşatma imkanının tanınmaması da en temel görev ve sorumluluktur. Bu devlet ve hükümet olsa bile….

Ankara’da ve benzeri gibi katliamlarda hayatını kaybedenlerin kimliğini sorgulamadan, onların sadece insan olduklarını bilerek ve bunu haketmediklerini düşünerek  Barışa ne kadar ihtiyaç olduğunu bilme zamanı gelmiştir. Her uygar topluluklar gibi, Türkiye’de yaşayan halklar da insanca yaşamayı hakediyorlar.

Barış, sadece birilerinin yaşamasına olanak tanıyan bir değer değil, herkesin su, ekmek ve hava kadar ihtiyaç duyduğu  zaruri bir gereksinimdir.

1 Kasim seçimlerine 3 gün kaldı, bu denli ihtiyaç duyduğumuz Barış için 1 Kasım Seçimleri bir fırsat olarak görülebilir. Şu veya bu partiye oy vermeden önce, gerçekten bu topraklara Barış ve Kardeşliğin gelmesini kim istiyorsa ve bu isteğinde samimi ise ona oy vermek en insanca ve dürüstçe bir yaklaşım olacaktır. 7 Haziran’dan bu yana Türkiye’de yaşanan kaotik ortamı dikkate alarakm bu ortama zemin sunan, siyasi hesaplarını yapanları iyi tanımak ve onlara gereken cevabı vermek en temel insani ve vicdani sorumluluk olmalıdır diye düşünüyorum.

Türkiye Halkları eskisi gibi değildir, bilinçlilik düzeyi yetersiz de olsa artık siyasi oyunların kimler ve nasıl oynandığının farkında olan ve ona gereken cevabı verebilecek kadar bilinçlenmiştir. Umarım 1 Kasım günü 7 Haziran’dan daha parlak bir sonucu ortaya  çıkaracak ve birilerinin üzerinde kirli hesaplarını yaptığı siyasi oyunlara son verme sürecini başlatacak olan yeni bir dönemin kapısını açacak ve Türkiye’yi arzuladığımız Barış’a doğru götürecektir.

Hak-Par Genel Başkanı Fehmi Demir, 25 Ekim günü Mersin'in Tarsus ilçesinde geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ben şahsım adına, başta Fehmi Demir’in ailesi olmak üzere, tüm akrabalarına ve Hak-Par’a baş sağlığı, kendisine de allahtan rahmet diliyorum.

Ahmet Gulabi DERE  /  28.10.2015