18 Aralık 2012 Salı

Yurtseverlik

Bu yazıya başlamadan önce, 3 Mayıs 2011 tarihinde yazdığım «Emeğe Saygı Başarının Anahtarıdır» başlıklıyazımı hatırlatmak istiyorum. Sözkonusu yazıda emeğe saygı gösterilmeden özgürlük mücadelesinde sağlıklı bir başarının elde edilemeyeceğini belirtmiştim. İlgili konuyu daha da açmak için böyle bir yazıyı kaleme almayıgerekli görüyorum.

90’lı yılların başında PKK’li bir sempatizan Apê Musa’ya şöyle der ; « Partimiz mücadeleyi sıfırdan başlayarak buraya getirdi ». Apê Musa da der ki « Biz ise sıfırın altından sıfıra getirdik ».

Apê Musa karşısındaki gencin mücadele etmeşevkini kırmamak için çok bilgece bir izahat yapmıştır, hem PKK’nin verdiği mücadeleyi inkar etmemiş, hem de PKK’den önce verilen bir mücadele gerçekliğinin olduğunu söylemiştir. PKK, kurumsal olarak her zaman mücadeleyi sıfırdan başladığını söylemiştir ancak hiç bir zaman sıfırdan önceki mücadeleyi de inkar etmemiştir. Eğer Apê Musaların, 49’ların mücadelesi olmasaydı1970’lerde Kürdistan ve Kürt Sorunu kavramları, yine Şex Said, Ağrı, Zilan, Dersim ve diğer Kürt isyanları hatırlanmazdı. Bu nedenle PKK’nin oluşumunda sıfırdan önceki mücadelenin ve yurtseverliğin çok büyük bir önemi vardır.

Bir halkın inkar edilen haklarının savunulması ve onun için mücadele etmenin temel kaynağında Yurtseverlik Duyguları önemli bir rol oynamaktadır. Yurtseverlik Duyguları olmadan kimse ne doğru bir mücadele verir ne de devrimci olur. Bu nedenle kuruluşundan önce PKK’nin en fazla önem verdiği ve içini doldurmaya gayret ettiği kavram Yurtseverlik olmuştur. PKK’yi tanıyanlar bilirler ki bu konuda kitaplar yazılmış, eğitimlerde uzun uzun dersler verilmiş, bu konuyla ilgili olarak toplantılar ve konferanslar yapılmıştır.

Yurtsever olmak herkesin hakkıdır, hangi halka mensup olursanız olun yurtsever olma hakkınız vardır. Yurtseverlikle ırkçılığı birbirine karıştırmamak lazım, ne yazıkki birileri birbirine zıt olan bu iki olguyu aynılaştırmakta ve kötüye kulanmaktadırlar. Yurtseverlik bir halkın inkar edilmiş haklarını savunmak ve varolan değerlerini korumak olurken, ırkçılık ise bir halkı diğerlerinden üstün tutmak ve başka halklara mensup toplulukların haklarını kısıtlamak, gaspetmek ve inkar etmektir. Bu anlayışa sahip olanlarıTürkiye’de de, Avrupa’da da ve dünyanın diğer ülkelerinde de görmek mümkündür.

Mevcut dünya düzeninde herkes istediği zaman yurtsever de olabilir, ırkçı da. Ancak yurtsever olmak o kadar kolay olamaz, emek isteyen bir gerçekliktir bu olgu. Ne var ki günümüzde ağzı açılan her kürt rahatlıkla ben “Yurtseverim“ diyebilmektedir. Emek vermeden, asgari bir zorluğa katlanmadan, karşısında bir türk yetkilisini veya Avrupa’da bir Türk Konsolosluk yetkilisini gördüğünde “Ben Kürdüm“ diyemeyenler bile kendine uygun bir ortamıbuldu mu hemen öne çıkıp “Ben Yurtseverim“ diyebilmektedir. Gelişen mücadele ve yaratılan imkanlar maalesef “Yurtseverlik“ olgusunu kirleten unsurları da yaratmıştır.

PKK özünde emeğe saygı gösteren ve yutseverlik ilkelerine bağlıolan bir hareket olmasına rağmen bugün ona yakın olan kurumlar etrafında oluşan sahte yüzleri ayırtetmede ciddi sorunlar yaşamaktadır. Dünün köy korucusu veya muhbiri bugün rahatlıkla BDP‘de, Belediyelerde veya diğer kurumlarda mevki sahibidir. Bu kurumlarda mevki sahibi olan bazılarının geçmişinde en ufak bir fedakarlık yok, ailesinden, veya yakın akrabalarından bile mücadelede etmiş, emek vermiş kimse olmamasına rağmen büyük bir değer görmekte ve gerçek yurtseverler üzerinde söz hakına sahip bir konumdadır.

Emeği olan, geçmişinde büyük fedakarlıklar yapmış olan insanların uygun olmayan yaklaşımlarla karşılaşmasının hem yurtseverliğin ilkeleriyle bağdaşır yanı yok hem de mücadeleyi olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum bulunduğumuz Avrupa ülkelerinde daha bariz bir biçimde görülmektedir. Zira Avrupa’da kendini sahte yurtsever olarak göstermek daha çok ucuza olabiliyor. Dün köy korucusu olan veya duşmanın herhangi bir kurumunda hizmet etmiş olan biri Avrupa’da rahatlıkla bir kurumun yönetimine girebiliyor, hatta başkanıbile olabiliyor. Bu durum sadece PKK veya ona yakın olan Kürt Kurumlar için geçerli değil, diğer Kürt Hareketleri için de geçerlidir.

Yaşamı boyunca sadece kendi şahsi veya ailevi çıkarı için mücadeleye yaklaşanlar, büyük ve değerli emek sahibi olanları küçümseyebilmekte ve fırsatı bulduğunda ona karşı saygısızlık yapabilmektedir. Tanıdığım ve geçmişte mücadelede önemli emekleri olan bazı devrimcilerin karşılaştıkları yaklaşımlar kabul edilecek değildir. Dolayısıyla insanlarımızın ve özellikle de Kürt kurumlarında sorumluluk sahibi olanların bu konuda duyarlı olmaları önem arzetmektedir. Çıkarcı yaklaşımlar hiç bir zaman mücadeleye bir şey kazandırmamıştır, aksine kaybetmiştir, kaybetmeye mahkümdür.

Not : « Emeğe Saygı Başarının Anahtarıdır ! » yazımı okumak isteyenler aşağıdaki bağlantıya bakabilirler :
http://farasintr.blogspot.de/2011/05/emege-sayg-basarnn-anahtardr.html

29 Kasım 2012 Perşembe

2012’nin Sonuna Yaklaşırken

Bir yıllı daha geride bıraktık. Her gününe savaş haberleriyle damga vurulan bir yıl oldu 2012. İkinci dünya savaşından sonra, küremizde en fazla savaş, doğa felaketleri ve ekonomik krizin yaşandığı bir seneyi arkamızda bıraktığımızı söylemek pek yanlış olmaz.

Dün bugünün habercisi, bugün ise yarının habercisidir derler, dolayısıyla 2013 yılının 2012’den pek farklı olacağını tahmin etmiyorum. Eğer gelecek yılda geçen senenin savaş, doğa felaketleri ve ekonomik krizlerin açtığı yaraları kapatmakla meşgul olunursa 2013 yılı açısından iyi bir sonuç olacağı anlamına gelecektir. Bunun da pek zor olacağını şimdiden görüyoruz.

Geride bıraktığımız 12 ayı Arap Dünyası ayakta geçirdi. Eski diktatörlerin yerine gelen yeni yönetimlerin olumlu sayılabilecek icraatlarından pek söz edilmiyor. Mısır’da olduğu gibi, yeni yönetimlere karşı da ayaklanmalar gelişiyor, böyle giderse 2013 yılında halkın tepkisi daha fazla yayılacağa benziyor.

Geçen yıl boyunca Suriye’deki Baas Rejimiyle ilgili « ha bugün düşecek, ha yarın » diye yapılan analizlerin hadi var, hesabı yoktur. Özellikle Merkez Avrupa ülkelerinin basınında bunu çok okuduk. Hakeza Türkiye basınında da, özellikle AKP’ye yakın olan cenahta, benzer yazılar çokça yayınlandı. Ancak Baas Rejimi direnmeye devam ediyor, Rusya ve Çin’in desteği arkasında olduğu müddetçe bu direniş devam edecektir. Fakat 30 yıldan fazladır Suriye’de hüküm süren Baas Rejimi 2013 yılında ciddi bir değişime uğramaya mahkümdür. Beşar Esad’ın akıbeti Muammer Kaddafi veya Husni Mubarek gibi olmayabilir, ancak temsil ettiği rejim, ya tamamen yok olur, ya da ciddi bir şekilde değişecektir. Gerek Suriye’deki halk ayaklanmaları ve muhalefetin yürüttüğü savaş, gerekse de uluslararası alanda uygulanan siyasi, diplomatik ve ekonomik ambargo nedeniyle söz konusu rejimin daha fazla ayakta durma gücü kalmayacaktır.

Suriye’deki durum oradaki Kürtler için önemli fırsatları ortaya çıkarmış olsa da tehlikeler bertaraf edilmiş değildir. Suriye Mühalefetinin güç kazanmasıyla Kürtlere karşı tavrında da olumsuz durum gelişecektir. Bu nedenle PYD’nin hem siyasi, hem diplomatik ve hem de askeri sorumlulukları daha fazla artmıştır. Aynı durum, PYD üzerinde etkisi bilinen PKK için de geçerlidir.

Genelde Arap dünyasında yaşanan savaşların gölgesinde geçen 12 ay boyunca Avrupa Ülkelerinde ciddi bir ekonomik kriz etkisini sürdürdü. Yunanistan’da halkın alım gücü en alt düzeye inmiş, ülke tamamen kaos içindedir. İspanya, İtalya ve Portekiz’de de durum pek farklı değildir.  Merkez Avrupa ülkeleri olan Fransa, Almanya, Holanda ve Belçika’da da ekonomik kriz günlük hayatın üzerinde etkisini alenen gösterdi. Kasım ayında Brüksel’de toplanan Avrupa Birliği Zirvesi herhangi bir çözüm bulamadan dağıldı. Tüm yaşananlara bakıldığında gelecek yılın, AB ülkeleri açısından zor geçeceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.

2012 yılı Türkiye ve Kürtler açısından da gri geçtiğini söylemek gerekiyor. 1984 yılından bu yana sürdürülen Özgürlük Mücadelesi daha fazla yayılmış, türk devletini ciddi bir biçimde zorlamıştır. Ancak ödenen bunca bedele layık bir sonuç ortaya çıkmamıştır. Gerek devlet güçlerinden olsun gerekse de gerilla gücünden olsun en fazla kayıpların yaşandığı bir yılı geride bıraktık. Özellikle 2012 yılında kabul edilmesi çok zor bir gerilla kaybı yaşanmıştır. Böylesi ağır bir kayıp 2013 yılı üzerine ağır sorumluluklar yüklemektedir. Dolayısıyla bu durum devlet ile diyalog veya farklı bir müzakere seçeneğinin gündeme gelmesini zorlaştırmaktadır.

Geçen yıl boyunca Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit devam etti. Mevcut siyasi atmosfere bakıldığında söz konusu tecritin gelecek yılda da devam edeceğini görüyorüz. Bu nedenle cezaevlerinde yapılan açlık grevi ve onlara destek amaçlı yapılan grev, yürüyüş, miting vbg etkinliklerin pek sonuç aldığını söyleyemeyiz. Sonuç itibariyle 2013 yılında ne Abdullah Öcalan ile ilgili ne de genel olarak Kürt Sorununa çözüm konusunda çok ciddi bir gelişme olacağını tahmin etmiyorum.

10 Aralık 1948’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yayınlanarak çağımızın demokrasi gelişiminde önemli bir süreç başlatmıştır, bugünlerde söz konusu sözleşmenin 64’üncü yıldönümünü kutlayacağız. Umuyorum ki İnsan Hakları, Demokrasi ve Uygar Dünya Anlayışı galip gelsin.

Şimdiden hepinizin yeni yılını kutluyorum !

Ahmet DERE  /  30.11.2012

4 Kasım 2012 Pazar

Ölüme Karşı Sesiz Kalmak


Türkiye ve Kürdistan’daki cezaevlerinde onlarca tutuklunun başlattığı yüzlercesinin mevcut durumda devam ettirdiği açlık grevi eylemi 54. gününe girmiş bulunuyor. Dile çok kolay gelebilir, ama 54 gün açlık grevinde bulunmak öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Bu eylemin TC cezaevlerinde olması da ayrıca zorlukları vardır.
54 gün boyunca açlık grevinde bulunanların sağlığı ciddi tehlikelerle karşı karşıyadır. Bugün eylemi bıraksalar bile yaşamı boyunca sağlık sorunları eksilmeyeceği bir gerçektir. Dolayısıyla böylesi bir eyleme giren ve devam eden tutuklular bilinçli hareket etmişlerdir. Bu eyleme katılanların başkalarının talimatıyla hareket ettiğini düşünmek insani olmadığı gibi ahlaki de değildir.

Yüzlerce insanın, ki hepsi de bilinçlidir ve çoğunun da eğitim seviyesi yüksektir, bedenini ölüme yatırarak eylem yapması sıradan bir direniş değildir. Talepleri konusunda kamuoyu yeterince bilgilendirilmiş olmasa da ilgili olan çevreler bunun çok iyi bilincindedirler. Türk devleti ve AKP hükümetinin küçümseyici ve onur kırıcı yaklaşımları ne eylemcileri davalarından vazgeçirtebilir ne de onları destekleyen yüz binlerce ve hatta milyonlarca Kürdü ve onların dostlarını susturabilir. Son iki haftadır, gerek Türkiye ve Kürdistan’da olsun gerekse de Avrupa’da olsun, her gün onlarca yerde Açlık Grevcileri Destekleme amaçlı eylemler yapılmaktadır. AKP’nin insani olmayan yaklaşımı devam etmesi durumunda sözkonusu destek amaçlı eylemlerin daha farklı boyutlarda sürdürüleceği, sürdürülmesi gerektiği açıktır.

Türkiye’ye bakıldığında ne yazıkki görünen tablo insanı umutsuzluğa itiyor. Gerçek demokrat ve aydın olanların bu tür süreçlerde sesiz kalmamaları, pratik olarak eylem yapmaları lazım. Sözde demokrat ve aydın geçinen çevrelere bakıldığında ne yazıkki ses çıkaran, pratikte eylem yapanların oranı oldukça zayıftır. İşte bu noktada Kürt-Türk Kardeştir deyiminin sadece yalandan ibaret olduğunu, bunu söyleyenlerin çoğu devlet güdümlü amaçlar uğruna hareket ettiklerini anlıyoruz. İyi dostlar ve iyi kardeşler böylesi zor günlerde tanınır. Yüzlerce Kürt Evladının ölüme doğru yaklaştıkları bu dönem kendine demokratım, aydınım, Kürt-Türk Kardeşliğini savunuyorum diyenler açısından önemli bir sınavdır.

Birileri açlık grevcilerin taleplerini rasyonel görmeyebilir, devlet tarafından kabul edilebilir olmadığını söyleyebilir ancak bu hiçbir 54 gündür açlık grevinde olanlara karşı sesiz kalmanın gerekçesi olamaz. Vicdanı olan hiçbir insan sesiz kalmayı yeğlememeli, Devlet-AKP zihniyetine çanak tutmamalıdır.

Yapılmakta olan açlık grevinin siyasi bir eylem olduğu bir gerçeklik olmakla birlikte ona karşı sesiz kalmamak, ölümü engelemek için çaba sarfetmek aynı taleplerin arkasında olma anlamına gelmez. İşte bu noktada bazı çevreler, özellikle AKP’ye yakın olanlar ile PKK-BDP’nin ezeli düşmanları, kamuoyunu ciddi bir biçimde manipüle etmektedirler. Recep Tayip Erdoğan zihniyeti bu son derece pasif ve aynı zamanda da meşru olan eylemi bombalı eylemlerle aynı kefeye koymaktadır, açlık grevcileri destekleyenleri veya eyleme son verilmesi için çaba sarfedenleri de bombalı eylem yapanların destekleyicileri olarak görmektedir. Bu zihniyetin Türkiye’yi demokratikleştirebileceğini ve de Kürt Sorununu çözebileceğini düşünenler ciddi bir yanılgı içindedirler.

Avrupa’nın İkiyüzlülüğü

Kendini demokrasinin beşiği ve koruyucuları olarak gören Avrupa Birliği ve ona üye olan ülkelerin bu açlık grevine karşı kayıtsız kalmaları ciddi bir ikiyüzlülüktür. Şimdiye kadar hiç bir ülkeden kayda değer bir yaklaşım görülmemiştir. Aynı şey Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için de söylenebilir. Gerek Brüksel’de gerekse de Strasbourg’da Kürtlerin yaptıkları oturma eylemleri, açlık grevleri, miting ve yürüyüşlere rağmen Türkiye’yi ciddi bir şekilde uyaran ufak bir açıklama henüz yapılmış değildir. Dolayısıyla yapılan sözkonusu eylemler göstermelik olmaktan öteye bir etkisi olmuyor. Avrupa’nın bu kayıtsızlığı AKP zihniyetini desteklemekte, ona cesaret vermektedir.

Yazılarımda sık sık vurguladığım hususu burada bir kez daha tekrarlamak istiyorum ; Gerek genel itibariyle Kürt Sorununun tartışılması için gerekse de açlık grevi için BDP’nin diplomasi alanına biraz daha önem vermesi lazım. 30’dan fazla milletvekili, yüzden fazla belediyesi olan bir parti isterse ve ona göre önüne sağlıklı ve isabetli hedefler  koyarsa, AB kurumları nezdinde önemli işleri başarabilir dolayısıyla Türkiye’yi zorlayabilir. BDP milletvekillerinin Türkiye veya Kürdistan’da açlık grevine girmelerine, yürüyüş ve mitinglerle uğraşacaklarına esas görevleri olan siyasi ve diplomasiyi yapsalar daha hayırlı bir iş yapmış olurlar diye düşünüyorum.

Ahmet DERE / 04.11.2012

15 Ekim 2012 Pazartesi

Yeni bir Tarihsel Süreç ve Batı Kürdistan


21. yüzyılın başlangıcı aynı zamanda yeni bir sürecin de çıkış noktası olmuştu. Geçen 12 yıllık süre tarihsel öneme sahip olan ve « Yeni Süreç » olarak adlandırdığımız bu dönemin temel taşlarinin yerine oturtulmasına zemin hazırlamıştır. Önümüzdeki 10 yıl bu noktada bellirleyici olacaktır.

« Yeni Süreç » olarak değerlendirdiğimiz olgunun merkezi halkası Ortadoğu bölgesi olmakla birlikte tüm dünyada etkisi olacaktır. Amerika ve Avrupa kıtaları bu sürecin baş aktörleri rolündedirler. Sözkonusu bu sürecin en ağır ve yıkıcı safhası ise Ortadoğu’da yaşanacaktır. Bu bölge uygarlık tarihinin en ağır yükünü omuzladığı gibi bundan sonra da benzer bir kaderi yaşayacaktır.
 
Yeni Sürecin geliştirilmesinde Arap Baharının büyük bir rolü vardır ve onun önemli bir ayağını oluşturan Suriye’deki Baas Rejimi direnmeye devam ediyor. Rusya, Çin ve İran’ın desteğiyle devam eden sözkonusu bu direnişin ne zamana kadar sürdürülebileceğini kestirmek pek zordur. Başta ABD olmak üzere, emperiyalist güçlerin Suriye konusunda kesin bir kararlılığa sahip olmadıkları, vizyon noktasında bir sorun yaşadıkları pekala görülmektedir. Dolayısıyla Suriye durumunun daha uzun bir süre tartışma platformlarında oyalanacağı, ülkedeki iç savaşın orta vadeli bir zamana yayılacağı anlaşılmaktadır.
 
Suriye ile ilgili bellirsizlik devam ettiği müddetçe Türkiye rahat etmeyecek, rahat bırakılmayacaktır. Bir taraftan Suriye’den kaçanların Türkiye’ye sığınması ve her gün sayılarının artması, diğer taraftan da Batı Kürdistan’da Kürtlerin yavaş yavaş denetimi eline alması ve bunun Türkiye tarafından öcü gibi görülmesi en fazla emperyalist güçlerin hesaplarına gelmektedir. Türkiye yavaş yavaş çıkılmaz bir girdaba sürüklenmektedir. Kürtlerin Suriye’de güç kazanması türk devleti ve hükümetinin bu girdaba sürüklenmesi için yeterli neden sayılmaktadır. Akçakale olayı ve sonrasında yaşananlar Türkiye’de ciddi bir müdahalede bulunma hazırlıklarını hızlandırmaktadır. Moskova-Şam seferini yapan Suriye uçağının indirilmeye zorlanması ve Türk yetkililerinin diplomasi alanındaki diğer  tüm çabaları da olası bir müdahaleye zemin hazırlama amaçlı yapıldığını görüyoruz.
 
Bati Kürtleri açısından olaya bakıldığında, herşeyden önce Türkiye’nin Batı Kürdistan’a karşı olan yaklaşımının yanısıra, Suriye Muhalefetinin de pek güvenilebilir olmadığını, oradan kaynaklı ciddi bir tehlikenin olduğunu belirtmek lazım. Suriye’de iç karışıklıkların başladığı ilk aylarda PYD’nin nötr kalmaya çalışması, hatta dönem dönem Baas Rejimine yakın bir duruş sergilemesi ciddi bir handikap oluşturmuş, olumsuz etkisi daha da devam edecektir. Mevcut durumda iç savaş sürdüğü için Baas Rejimi Kürtlere karşı herhangi bir şey yapmamaktadır, veya yapamamaktadır, muhalefet ise yer yer hasımane yaklaşımlar göstermektedir. Baas Rejiminin olası yıkılması durumunda ve neticesinde de oluşturulacak yeni yönetimde Kürtlerin de Muhalefet ile birlikte yer almaları kolay sağlanabilecek bir konsansüs olarak görülmemektedir. Bu durum ise bağrında ciddi tehlikeleri barındırmaktadır.
 
Gelişen bu Yeni Süreç hem Türkiye açısından ve hemde Kürtler açısından da tehlikelerle dolu olduğunu belirtmekte fayda vardır. Devam eden gerilla savaşına bir de Batı Kürdistan’a karşı yapılacak olası bir savaş Türkiye’yi tam bir ateş çemberine alacaktır. Kaybedeceği pek ciddi bir şeyi olmayan Kürtlerin yapacağı tek şey şimdiye kadar geliştirmiş oldukları özgürlük mücadelesiyle elde ettikleri değerleri korumak ve ortaya çıkacak olası bir tarihsel fırsattan en iyi bir biçimde yararlanmaktır. Bu kaçınılmaz bir görev olarak tüm Kürtlerin omuzundadır.
 
Gelinen aşamada, genelde Ortadoğuda, özelde de Suriye’de Kürtlerin belli bir statü sahibi olmaları önünde hiç bir güç  engel olamayacaktır. Bu noktada Kürtlerarası birliğin rolü daha fazla önem arzetmektedir. Mevcut durumda Suriye’deki Kürtler arasında ciddi bir sorun görülmemekle birlikte, önümüzdeki süreçte farklı seslerin çıkma ihtimali büyüktür. Zira Batı Kürdistan’da sadece PYD ve taraftarları yoktur, başta KDP ve YNK’ye yakın parti ve gruplar olmakla birlikte, çok sayıda örgüt güç mücadelesi içerisindedir. Suriye muhalefeti içinde yer alan ve başından beri çalışmalarında yer alan örgütler vardır, mevcut durumda Suriye Ulusal Konseyi’nin başkanı olan Abdülbasid Seyda da bu örgütlere yakın biridir. Söz konusu örgütlerin PYD’ye olan yaklaşımının da pek iyi olduğunu söyleyemeyiz. Türkiye’nin de karıştırıcı ve provokatif yaklaşımını dikkate aldığımızda gelecekte ne gibi sorunların yaşanabileceğini kestirebiliriz. Hatay üzerinden türk devleti muhalifleri kendine bağımlı hale getirmeye çalışıyor. Bu durum Suriye’deki Kürtler için ciddi bir tehlikedir.
 
Mesut Barzani’nin AKP’ye yakın bir duruşa sahip olmasına rağmen Suriyeli Kürtlerle ilgilenmesi - ki Türkiye bundan pek rahatsızdır- hem olumlu ve hem de bazı tehlikeleri önleyebilmektedir. Henüz sürecin başında iken Batı Kürtlerinin kendi aralarında iyi bir konsansüs sağlamaları çok önemlidir. Bu noktada PYD’nin yapıcı olması ve fedakarlık yapması gerekir. Tüm Kürtler açısından sağlıklı bir birliktelik geleceğin garantisidir.
 
Ahmet DERE  /  15.10.2012

19 Eylül 2012 Çarşamba

Savaş ve Çözüm Süreci

Son iki aydır Kürdistan’da savaş günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Her gün birkaç yerde eylemler gerçekleşmekte, can kaybı yaşanmaktadır. Son iki ayın bilançosuna bakıldığında, gerek türk ordusunun açıklamaları gerekse de gerilla güçlerinin verdiği sonuçlara göre, yaşanan can kaybı 3 rakamlık sayılarla ifade edilmektedir. Türk Devleti yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa gerillanın kayıpları en az 500 olmuştur (Bu sayı bizzat Recep Tayip Erdoğan tarafından açıklanmıştır). Yine aynı yetkililerin yaptıkları parçalı açıklamaları bir araya getirdiğimizde en az 100 askerin hayatını kaybetiği anlaşılıyor. Diğer taraftan PKK’nin açıklamalarına bakıldığında ise her iki tarafın kayıpları yüzün üzerindedir. Buna bir de yaralıları ve sivil can kayıplarını da eklersek bilanço oldukça ağır olmaktadır. (Burada yaşanan mal kayıplarını yazmaya gerek yoktur)
 
 
Biliniyor ki 1992-1997 yılları Kürdistan’da savaşın en fazla yaşandığı dönemdir. Sözkonusu yıllarda gazetecilik yapan arkadaşlar ve gündemi yakından takip edenler bilirlerki son iki ayda yaşanan savaşta meydana gelen can kaybı o zamanınkinden çok daha ağırdır.
 
 
Son aylarda yaşanan savaş daha çok gerillanın inisiyatifinde olurken, 20 yıl önceki savaş ise, kısmen de olsa türk ordusunun denetiminde gelişiyordu. 1990’lı yıllar boyunca Türk Devleti sürekli « üç-beş çapulcudur, yakında hepsini ezeceğiz, imha edeceğiz » biçimindeki açıklamalarla milliyetçi ve ırkçı çevrelere moral veriyordu. 1999 yılında Abdullah Öcalan esaret altına alındığında ise Türk Devleti yetkililerinin « Bitti, artık Türk Devletine karşı baş kaldıran olmayacaktır » diyerek göbek attıklarına da tanık olduk. 1990’lı yıllar boyunca Kürtlere karşı kirli savaşı geliştiren devlet yetkililerinin esamesi okunmuyor olup çoğu siyasetten de tasfiye olsalar da bugün AKP onların temsilciliğini yapmaktadır. Böyle giderse AKP’nin de akıbeti onlarınkinden farklı olmayacağını görmek oldukça mümkündür.
 
 
Savaşın yol açtığı sonuçlar daha çok yıkım ve acı olduğunu herkes kabul etmektedir. Ne var ki adaletsiz sistemler savaşı kaçınılmaz hale getiriyor. Bizzat taraflar açısından da sonuçları kabul görmeyen savaşın ısrarla sürdürüldüğüne de tanık oluyoruz. Gerek Türk Devleti yetkililerinin gerekse de PKK’nin üst düzey yönetiminin açıklamalarına bakılırsa bu çelişki açıkça görülüyor. Ancak sonuçları acı ve yıkımla dolu olduğu kabul gören bu savaşın sona ermesi için adil olmayan sisteme son verme noktasında olması gereken yaklaşım ve çaba gösterilmemektedir. Burada esas muhatabın Türk Devleti olduğunun altını çizmek lazım.
 
 
Sürdürülen bu savaş Türkiye’ye kazandırdığı bir değerin olmadığını bilmek durumundayız. Acı ve yıkım dışında, Türkiye açısından olaya bakılırsa, sürdürülen bu savaşla ancak oligarşik ve elit bir tabakanın ekmeğine yağ sürülmektedir. Kürtler açısından olaya baktığımızda ise bu savaşın sonuçları acılarla da dolu olsa, aynı zamanda kaçınılmaz olduğunu da vurgulamalıyız. Bu nedenle tırmanan savaş Kürtlerin önemli bir kesiminde « moral » yaratmaktadır. Bunu anlamayanlar varsa onlara azıcık da olsa kendilerini, değerlerine bağlı olan dürüst Kürtlerin yerine koymalarını tavsiye ediyorum.
 
 
Son aylarda savaşın kızışması « Kürt Sorununa Çözüm » konusundaki tartışmaların daha geniş yapılmasını da beraberinde getirmektedir. Türk medyasına bakıldığında bu noktadaki ses tonu daha fazla yükselmiştir. Fakat yükselen bu ses tonunda, eskiye nazaran daha fazla ırkçılık ve hatta faşizm kokuyor. Tayip Erdoğan’ın binlerce kişiye hitap ederken « Son aylarda güvenlik güçlerimiz 500 PKK’liyi öldürmüştür » dediğinde alanda yükselen alkış sesleri bize Nazi Almanya’sının Führer’ini hatırlatıyor. Son iki aydır AKP ve MHP’nin çözümle ilgili öne çıkardıkları temel husus daha fazla operasyon, daha fazla savaş, dolayısıyla daha fazla acı, gözyaşı ve can kaybı olmaktadır. Bu yaklaşım çözümü geliştirmez, tam tersine Türkiye’yi uçuruma doğru sürüklemektedir. Uçuruma sürüklenen Türkiye biz Kürtlere de zarar verir elbette, fakat bizim daha da kaybedeceğimiz pek ciddi birşeyimizin olmadığını da herkes biliyor.

 
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri Kürtler mücadele etmektedirler. Kürt Halkının bu mücadelesine karşı Cumhuriyet tarihi boyunca baskı ve şiddet yoluyla karşıllık verilmiştir. Resmi verilere göre şimdiye kadar 28 Kürt İsyanı bastırılmıştır. Gelinen aşamada yanan isyan ateşinin ilk isyanın ateşinden daha fazla gür olduğunu görüyoruz. Bu nedenle artık « Kürtlerin isyanı bastırılamaz » gerçekliğinin kabul edilip tez elden demokratik bir çözüm sürecine başlanması herkesin hayırına olacaktır. Böylesi bir süreçten dolayı kimse mağlup olmaz, özellikle Türkiye ve halkları kazanacaktır.
 
 
Ahmet DERE / 18.09.2012

16 Ağustos 2012 Perşembe

Şemzînan ve Hüseyin Aygün

Temmuz ayının sonu ve Ağustos ayının ilk haftasında Şemzînan’da gerilla inisiyatifinde ciddi bir eylemsellik yaşandı. İki haftadan daha fazla bir zaman bölge kısmen gerillanın denetiminde kaldı. Türk devleti yaşanan gerçekliği kamuoyundan gizlemek için bölgeye giriş-çıkışları yasakladı. Fakat gelişen teknoloji ve iletişim araçları Şemzînan’da yaşanan savaşın ve orada olup bitenlerin gizli kalmasına olanak tanımadı.
15 Ağustos’un 28. yıldönümünde  yapılan bu eylemsellik önemli bir anlam ifade etmektedir. Her şeyden önce 28 yıldır aktif bir gerilla savaşının yaşandığını, türk devletinin tüm imkanlarını seferber etmesine rağmen gerillayı tasfiye etmediğini ve halktan koparmadığını, dolayısıyla yeni katılımları da engeleyemediğini ispatlamıştır. Yine Şemzînan göstermiştir ki gerekirse bu savaş daha da uzun sürebilmektedir. Siyasal çözüm süreci devreye girmediği müddetçe türk devletinin bu savaşı sona erdirme gücü ve kuveti bulunmamaktadır.


28 yıldır Kürdistan’da bir savaş yaşanmaktadır, elbette bu savaşın en ağır yükünü Kürt Halkı omuzlamıştır. Bu süreç içerisinde binlerce evladını şehid vermekle birlikte, on binlerce kişi yıllarca cezaevlerinde kalmış, binlerce kişi yaralanmış, sakat kalmış, aileler zorunlu göçe tabi tutulmuş, güzelim köyleri yakılmış, yıkılmış, Kürdistan doğası zehirli gazlarla bombalanmış vs, vs. Bu kadar yıldır toprakları üzerinde savaşın yaşandığı Kürdistan halkının rahat bir gün geçirmediği bir gerçektir. Bu sadece Kürt Halkı cephesinden bakıldığında görülen gerçeklikler, bir de Türk Halkı cephesinden olaya bakılırsa, Kürdistan’da olduğu kadar olmazsa da, orada da cidddi bir maddi ve manevi zayiatın olduğu bir gerçektir.


« Türkiye Türklerindir », « Herşey Türkiye için » zihniyeti egemen olduğu bir coğrafyada böylesi bir savaşın sürmemesi için bir neden yoktur. 15 Ağustos 1984’ten beri Türkiye’de hükümet olmuş tüm partilerin yetkilileri, bir aşağı, iki yükarı aynı tarz bir siyasetle Kürt Sorununa yaklaşmışlardır. 2002’de iktidara gelen AKP ilk başta biraz farklı olmaya çalışmış olsa da, süreç içerisinde egemen zihniyetin temsilciliğini yapma konusunda kimseye papuç bırakmamıştır. Mevcut durumda Recep Tayip Erdoğan’ın uslübü, 1984’ten beri gelmiş, geçmiş tüm Başbakanlarınkinden daha beter bir hal almıştır. Bu nedenle AKP’den barış konusunda beklenti sahibi olanların sayısı asgari düzeye duşmuştur. AKP’nin Kürt Sorununa yaklaşımı nedeniyle 10 yıllık iktidarı döneminde yaptığı olumlu icraatlarını da fazla kimse görmemekte, veya pek anlamlı olmamaktadır.


AKP ya Kürt Sorunu konusunda kendini çok ciddi manada gözden geçirip cesaretli adımlar atacak ya da bu sürecin ağırlığı altında ezilecektir. Suriye konusundaki çapsız dış politikasını da buna eklersek, önümüzdeki iki yıllık süreç içerisinde yapılacak olan Parlaşento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP iyi bir ders alacaktır. Ne var ki böylesi bir tabloya sahip olan Türkiye’de AKP’nin zayıflaması Demokrasi Cephesini güçlendirmeyecek, daha ziyade ırkçı ve milliyetçi cephenin değirmenine su akıtılmış olacaktır. Türkiye’deki egemen zihniyet bir iktidar gücü tarafından değişime uğratılmadığı müddetçe daha aşırı tarafa kaymaya yatkındır. Bu durum tüm Türkiye halkları için oldukça tehlikelidir.


Önce Şemzînan Eylemselliği, sonra da Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün gerilla tarafından gözaltına alınıp 48 saat sonra serbest bırakılması çok iyi gösteriyor ki bu yıl ve gelecek yıllarda savaş ve onun metodları daha da gelişip farklı bir hal alacaktır. Bir milletvekilini veya başka milletvekillerini gözaltına almada Hüseyin Aygün’ün iyi tespit edildiği bir isim olmadığını söylemekle birlikte, bu tür uygulamaların doğal olarak karşılanması gerektiğini düşünüyorüm. KCK Operasyonları kapsamında, veya genel olarak Kürdistan’da suçsuz olarak yıllarca cezaevinde tutulan binlerce insanın olduğunu düşündüğümüzde, varlığı işgalci olarak görülen türk devletini temsil eden yetkililerin gerilla tarafından gözaltına alınması normal görülmelidir. Gerilla açısından şimdiye kadar bu uygulamaların yapılmamış olması bir eksikliktir. Zira, gerilla ile türk devleti birbirinin varlığını meşru görmeyip savaş halinde olan iki güçtür. Nasıl ki bir gerilla veya ona yardım eden veya hizmetinde olan birileri devlet tarafından gözaltına alınıp mahkeme ediliyorsa gerillanın da benzer uygulamaları olacaktır. Ne var ki şimdiye kadar TBMM üyesi olanlara karşı böylesi bir uygulama olmamışken yapılan ilk eylemin hedefi Hüseyin Aygün gibi biri olmuştur. Bu nedenle bazı kürt kurumları tarafından da tepki gösterilmiş ve serbest bırakılması için çağrı yapılmıştır. Öyle sanıyorum ki eğer gözaltına alınan kişi iktidar partisinden bir milletvekili olmuş olsaydı, özellikle Kürtler cephesinden benzer bir yaklaşım gösterilmezdi. Burada bu noktayı özellikle hatırlatmak istedim.


Büyük Ortadoğu Projesinin yavaş yavaş son şeklini aldığı dönemde artık hiç bir güç Kürt Halkının varlığını ve onun gücünü dikkate almamazlık edemez. ABD’nin Yeni Ortadoğu Projesinde PKK’nin olmaması mümkündür ama Kürtlerin olmaması düşünülemez. İran’ın da yeni yaklaşımında adeta Pers-MED Konfederasyonu dönemini hatırlatan bir uslüp kulanması önümüzdeki süreçte Kürt Gerçekliği eksenine yeni bir ivme kazandıracaktır. Böylesi bir tabloda Türkiye’nin yeri oldukça kaygan olacağını şimdiden görmek mümkündür.
 
 
Ahmet DERE  /  16.08.2012

22 Temmuz 2012 Pazar

Kan Dökülmeden Çözüm Bulmak

Güney Kıbrıs'tan tanıdığım değerli bir arkadaş olan Mahmut'un yazısını buradan yayınlayarak siz kıymetli okuyuculara sunmak istiyorum. Yazı ile ilgili eğer görüş ve önerileriniz varsa lütfen "yorum gönder" bölümünde yazınız.
Buradan Mahmut arkadaşa da başarılar dilerim.

Saygılarımla
Ahmet Gülabi DERE




Kan Dökülmeden Çözüm Bulmak
Kimileri ortadoğunun emperyalist güçlerce yeniden dizayn edilmesine “arap baharı” derken, kimilerin de ise üçüncü emperyalist paylaşım savaşı düşüncesi hakim.
Sadece Libya örneğine baktığımızda ikinci bakış açısının doğru olduğunu görürüz. Ya da Sarkozky’nin seçim masrafı olarak Kaddafi’den aldığı milyonlarca euro bize Libya’ya demokrasinin hangi amaçla götürüldüğünü gösterir.

Benim üzerinde durmak istediğim konu Kürtlerin durumu ve Türkiye’ye biçilen rol, ya da Türkiye’nin kendisine biçmek istediği rol.
AKP hükümetinin iktidarıyla son yıllarda hem iç ve hem de dış kamoyunda birçok sorunun cözüleceği beklentisi yaratılmıştı. Buna birçok kesim inanmıştı aslında. Başta Ermeni soykırımı, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, ülkedeki mezhep sorunları çözülecekti. 2007’ye kadar AKP hükümeti bütün bu sorunların önünde asker engelmiş gibi bir duruş içerisindeydi. Hrant Dink katilerinin yargılandığı davada Ermeni sorununu, Roboski katliamı  ile Kürt sorunu, Sivas davası ile mezhep sorunlarını  ve Güney Kıbrıs’ın Akdenizdeki petrol aramasındaki yaklaşımı ile AKP’nin maskesi düşmüştür.

Aslında bütün bu meseleri böyle ustaca zamana yayma taktiğinde hem ABD hemde batının onlara biçtiği rol destek olmuştur.

ABD ve batının niyeti AKP ile ortadoğudaki sunni tabanı yanına çekip işlerini daha da kolaylaştırmaktır. Erdoğan ve ekibi taşeronluk görevini en iyi şekilde yerine getirirken kendilerince de ortadoğunun liderliğine oynamak istemektedirler. Suriye Esad sonrası kendilerine bağlı bir sunni iktidar yaratıp taşeronluk konumlarından söz sahibi konumuna geçmek istiyorlardı.  Şimdiye kadar bütün çabaları böyleydi taki uçaklarının Suriye hava sahasında düşürüldüğü  ana kadar. AKP bütün bunları yaparken en büyük derdi Kürtlerdi.

Bazı akıl hocaları bugün bile Türkiye’nin neden İrak savaşında rol almadığınından yakınıyorlar yani yer alınmış olsa bugünkü durum ortaya çıkmayacaktı. Bugünkü durum diye yakındıkları şey ise Güney Kürdistan’daki Kürtlerin kazanımı. Bunu artık açık açık söylüyorlar,  hatta Suriye’de böyle bir durumun ortaya çıkmaması için Türkiye’nin taşeronluğuna destek veriyorlar,  yani bütün mesele şudur: HER NEREDE OLURSA OLSUN KÜRTLERİN KAZANIMLARI ONLAR İÇİN KAYIPTIR.

Şu an ortaya çıkan durumlara bakıldığında AKP şahsında Türkiye kaybetmiştir.  Kendilerine göre duşmanları kazanmıştır, yani Kürt Halkı kazanmıştır. Şimdiye kadar ne faşist Baas partisinden ne de emperyalistlere yana tavır ortaya koymuştur Suriye’deki  Kürtler.  Birçok kesim Kürtleri takdir etmiştir bu konuda, yani halkların kardeşliği temelinde bir çözümde ısrarcı oldukları için.

Kürtler kan dökülmeden, başta Kobani olmak uzere. Efrin, Derika Hemko, Amude, Kamişlo’da Baas yönetime el koymuslardır. Her ne kadar provakasyonlar olacaksa da artık Kürtlerin kaybedeceği pek birşey görünmemekte. Kürdistan’ın dört parçası hızla birleşiyor. Siz bu yazıyı okuduğunuzda belki de ABD ve Rusya Suriye’de pay konularında anlaşmış olup israil Suriye’de daha aktif bir duruma gelmiş olacaktır.
Kıbrıstan Mahmut Şahin

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Amed Mitingi, BDP ve Öcalan’a Özgürlük

14 Temmuz günü Amed’de büyük bir miting organize etmeyi amaçlayan BDP yine devletin antidemokraik zihniyetiyle karşılaştı, onun zor ve şiddetine maruz kaldı. Tanıdığımız türk devleti şimdiye kadar Kürdistan’da yaptığının aynısını tekrarladı. 14 Temmuz’da Amed’de yapılanlar devletin yeni bir yüzünün açığa çıkmış olması değildir, eskiden varolanın aynısı tekrar sahneye alınmıştır. Bilinen türk devleti yaptığını tekrarlamıştır.

Kuzey Kürdistan’da en güçlü kitle partisi BDP’dir, ona alternatif olabilecek başka bir parti veya hareket bulunmamaktadır. İyi bir organizasyonla yüzbinlerce insanı biraraya getirebilecek bu parti ne yazık ki üzerine düşen esas sorumluluğunu ya bilmemekte, ya da bilmemezlikten gelmektedir. TBMM’de grubu bulunan ve bağımsız milletvekilerinin de desteği arkasında olan bir siyasi parti eğer bir miting müsadesini alamıyorsa o zaman içinde yer aldığı meclisten çekilmesi ve halka özelleştiri vermesi lazım. BDP’nin TBMM’deki grubunun mevcut durumuna bakıldığında maalesef pek siyaset yaptıklarını göremiyoruz. 12 Haziran tarihinden beri yaptıklarına baktığımızda, kendilerine «  pasif pratik eylemcilik » sıfatının yakıştırılmasını daha makül buluyorum.

12 Haziran 2011 tarihinde meclise gönderilen bağımsız (BDP) milletvekillerinden Kürt Halkı yetkin bir siyasi misyonun yerine getirilmesini bekliyordu, beklemektedir. Daha önceki dönemlerde legal kürt partisinin milletvekili sayısı az olduğundan dolayı böylesi bir misyonun yerine getirilmesi pek beklenmiyordu. Ancak 12 Haziran seçimleri ve öncesinde yapılan mitinglerde verilen sözler ve halkın verdiği destek farklı oldu, beklentiler de ona göre gelişti. Ne var ki gelinen aşamada duruma bakıldığında BDP’nin mecliste yaptığı ciddi bir faaliyeti yok gibi, dönem dönem protestocu bazı konuşmaları olmazsa varlıkları bile hisedilmiyor. Bazı milletvekillerinin protestocu konuşmalarını da duyamıyoruz, oraya ne için gittiğinin farkında bile olmayanlar vardır. 
14 Temmuz’da Amed’de yapılan mitinge bazı parlementerlerin katılması adeta « dostlar bizi pazarda görsün » yaklaşımıyla olduğunu söylersem hakaret olarak algılanmamalıdır. TBMM’de dördüncü güç olan bir parti en fazla oy aldığı bir ilde  miting müsadesini alamıyor ve buna rağmen miting yapmak isterse elbette orada blunması lazım gelir. Bu bir görevdir, yoksa kahramanlık değildir. Bir mitinge katılıp devletin güvenlik güçleriyle tartışmak, onun şiddetine maruz kalmakla kahraman olunmaz, eğer öyle olsaydı kahraman olmayan Kürtlerin sayısı çok az olurdu. Şimdiye kadar devletsiz en büyük halk olma unvanını elimizde bulundurduğumuza göre pek fazla kahramanlık destanlarını yazabilmiş değiliz. Olanların sahipleri de bellidir ve herkesçe biliniyordur. 
Amed’de milletvekillerine karşı devletin sıradan memürları olan polislerce hakaret edilmesi bir taraftan hepimizi yaralamış olurken diğer taraftan da BDP’nin ne kadar öngörüsüz davrandığını göstermektedir. Mademki devlet izin vermiyor ve sana karşı aşağılayıcı bir davranış sergiliyorsa o zaman sen de ona karşı tedbirli davranacaksın. Amed halkına inisiyatif tanınmış olsaydı daha iyi bir tablonun ortaya çıkarılması gerçekleşirdi. Ama bizimkiler öyle yapmadılar, savunmasız bir şekilde kendilerini polis ve özel timlerin önüne attılar. Onlar da öyle bir avın peşinde oldukları için fırsatı kaçırmadılar. 
Gelelim Abdullah Öcalan’ın Özgürlüğüne. Herşeyden önce BDP’nin siyasetsiz pratiği sonucu ortaya çıkan Amed Mitingi gibi olaylar devletin eline koz verdiği gibi Öcalan’ın özgürlüğünü elde etmenin önünde de engel teşkil etmektedir. Eğer Sayın Öcalan bu süreçte avukatlarıyla görüşebilmiş olsaydı hiç kuşkum yok ki BDP’nin siyasetten uzak bu pratiğini elleştirecekti. Bu konuda Leyla Zana’nın pratiğine daha önem verdiğimi belirtmek istiyorum. Leyla’nın Erdoğan ile yaptığı görüşmede Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü ile ilgili taleplerini dile getirmiş olması ve iki hafta önce de AP’de katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada aynı konuyu dile getirmesi önemsenmesi gereken bir durumdur. Az da olsa siyaset araçları kulanılmıştır. Dolayısıyla eğer BDP gerçekten Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için mücadele ediyorsa o zaman halkın kendisine vermiş olduğu siyasi gücü iyi kulanarak meclisi kilitlemelidir. Amed’de yaşananları da bir koz olarak kulanıp bazı sonuçlara varmalıdır. 
Diğer bir husus da diplomasi alanıdır. Neredeyse son yıllarda BDP’yi uluslararası alanda göremiyoruz. Elbette bazı kıpırdamaları vardır, göruyoruz ve duyuyoruz, ancak 12 Haziran’da aldığı güce uygun bir diplomasiyi göremiyoruz. Öcalan’ın özgürlüğü için bu alanın da rolü büyüktür. Günlerdir Strasbourg’da Avrupa Konseyi önünde oturma eylemi yapılıyor, BDP’nin biraz akıllıca diplomasi alanında hareket etmesi bu tür eylemlerden çok fazla etkili olacaktır. Leyla Zana’nın AP’de yaptığı konuşmayı da bu anlamda önemsiyorum. 
Dost acı söyler, dolayısıyla burada yaptığım elleştiriler de o manada algılanmalı ve gereği yerine getirilmelidir. 
Ahmet DERE / 16.07.2012

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Leyla Zana-Erdoğan Görüşmesi Ardından

Hürriyet gazetesinde röportajı yayınlandıktan sonra birçok çevreden farklı farklı tepkiler alan Leyla Zana 30 Haziran günü Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan ile yaptığı görüşme yeni değerlendirmelere yol açmıştır.

Yazımın bu ilk satırlarında şunu belirteyim ki ; gerek kürt ve gerekse de türk çevrelerinden Leyla ile BDP ve PKK arasında ciddi bir çelişkinin doğmasını bekleyenlerin sayısı pek fazladır. BDP’nin bölünmesini hayal eden ve bu konuda Leyla gibi şahsiyetlerin yol açacakları negatif süreçlerle ilgili hayal kuranlar hayli fazladır etrafımızda. Leyla’nın 1 Temmuz günü TBMM’de yaptığı basın toplantısıyla Erdoğan ile yaptığı  görüşme ile ilgili dile getirdiği hususlar sözkonusu bu çevrelerin pek hoşuna gitmediğini tahmin ediyorum. Kürtlerin artık birbirine karşı kulanılabilir olmaktan çıkıp daha politik ve halkın çıkarlarını esas alan bir duruş sahibi olmaları çok önemlidir. Bu noktada bazı zayıflıklar olsa da, ne BDP, ne Leyla ve ne de PKK’nin sürecin ağırlığını hisetmeden hareket edeceklerini düşünmüyorum, umarım yanılmayacağım.
Son günlerde dolaylı olarak da olsa, Leyla’ya karşı uyarı ve elleştiri niteliğinde bazı açıklamaların yapılmasını zamansız ve aynı zamanda da anlamsız olarak değerlendiriyorum. Leyla gibi birinin BDP’ye karşı bir duruş sahibi olmakla birşey elde edemeyeceğini kendisi de biliyor olmalıdır. Yine Leyla gibi birinin BDP’den kopup AKP’ye yakın bir duruş sergilemesinde BDP’nin kaybedeceği birşeyi olamaz.
Leyla Zana’nın Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajından sonra Rudaw gazetesindeki köşemde (kürtçe) kısa bir değerlendirme yapmıştım. Aynı yazım, gazetede yayınlandıktan sonra, hem şahsi blogumda (farasinblognews) ve hemde bazı internet sitelerinde yayınlandı. Ne var ki bazı arkadaşlar bana mesajlar göndererek, kürtçe bilmediklerinden dolayı (veya az bildiklerinden) sözkonusu yazımı anlayamadıklarını bellirtiler. Dolayısıyla, özellikle Leyla-Erdoğan görüşmesinden sonra bu yazıyı kaleme alma gereğini duydum.
Herkesin malumudur ki Leyla Zana Kürt Özgürlük Mücadelesiyle şahsiyet kazanmış bir kürt kadınıdır. Türk burjuva okullarında pek okumamış olsa da- ki bu husus kompleksli bazıları tarafından negatif bir ünsür olarak görülmektedir- Leyla kendini yetiştirebilmiş, yaşadıklarından ders çıkarabilmiş ve belli bir dereceye kadar da entelektüel vizyona sahip bir kapasite kazanmıştır. Ben Leyla’yı cezaevine girmeden önce de tanıyordum, cezaevinden çıktıktan sonra da bazı platformlarda sık sık karşılaştık. Bunlardan bir tanesi de 2004 yılında Avrupa Parlamentosunda Sakharov ödülünü alırken yaptığı konuşmada « Türkiye’de işkence yoktur » dediği platformdur. Daha sonra ki süreçlerde de bir kaç kez bir araya gelmişliğimiz olmuştur.
Leyla Zana cezaevinden çıktıktan sonra (AP’nin Sakharov Ödülü sahibi olan Leyla Zana) sürekli kendisini partilerüstü bir şahsiyet olarak göstermeye gayret ettiğine tanık oldum. Gerek DTP ve daha sonra da BDP ve gerekse de DTK’nin kendisine yaptıkları görev önerilerini kabul etmeyerek daha çok bağımsız bir şahsiyet olarak kalmaya çalıştı. Leyla’nın bu yaklaşımı bazı çevrelerin pek hoşuna gitmese de kimse ona karşı negatif bir yaklaşım içerisine girmedi.
12 Haziran 2011 genel seçimlerinden önce Leyla katıldığı tüm miting ve toplantılarda BDP’den biriymiş gibi bir yaklaşım sergiledi. Hatta yer yer PKK’nin söylemlerini de dilendirerek iyi bir militan profilini çizdiğine de tanık olduk. Milletvekili seçildikten sonra, cezası olduğundan dolayı BDP üyesi olamadı ancak BDP’ye ters bir harekette de bulunmadı. Avrupa’da katıldığı bazı halk toplantılarında « Silah Kürtlerin Sigortasıdır » diyecek kadar PKK’ye yakın bir duruş sergiledi.
Leyla’nın bu zikzaklı duruşuna bir de Hürriyette yayınlanan röportajı eklenince çözümlenmesi zor bir profil ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllardan beri Leyla’yı tanıyan biri olarak onun bu istikrarsız duruşunu beğenmediğimi ve tasvip etmediğimi bellirtmek isterim. İster BDP’ye çok yakın olsun isterse de AKP’li biri gibi olsun, benim için önemli olan duruşundaki istikrardır. Ne yazık ki, özellikle çevresindeki sözde danışmanlarından aldığı perspektiflerden dolayı, Leyla bir şekilde istikrarlı bir duruşa sahip olamadı. Bu noktada iyi niyetli bazı çevrelerin elleştirilerine anlam veriyorum.
Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında söylediklerinin birçoğuna katılmakla beraber, özellikle Erdoğan’ın Kürt Sorununu çözme konusunda samimi olduğuna ilişkin söylediklerini tasvip etmiyorum. Bazı kürt çevrelerinin tepkisini çeken en önemli husus da budur. Leyla sözkonusu röportajı vermeden önce BDP’den birkaç arkadaşıyla görüş alış-verişinde bulunmuş olsaydı bu hataya düşmezdi diye düşünüyorum. Eğer Leyla o röportajı bilinçli olarak vermiş ve orada söyledikleri de maksatlı ise o zaman 22 yıldır tanıdığım Leyla’dan şüphelenmem lazım.
Bugün (1 Temmuz) Leyla’nın TBMM’de yaptığı basın toplantısını tv ekranlarında verildiği kadarıyla izledim. Leyla’nın Erdoğan ile yaptığı görüşmeye ilişkin söyledikleri Hürriyette yayınlanan röportajındaki negatif bazı hususları bertaraf ettiğini görmekle birlikte, yine dikkatimi çeken en önemli husus istikrarsız duruşu olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Leyla Türkiye Başbakanı ile görüşmeden önce BDP veya ona yakın bazılarıyla fikir alış-verişinde bulunmuştur. Belki de röportaj ile görüşme arasındaki yaklaşık on günlük bir zaman içerisinde Kürtlerden aldığı tepkileri de kısmen dikkate almış olabilir.
Kürtlerin birlik ve beraberliğini istemeyen çevrelerin en fazla üzerinde oynadıkları şahsiyetlerden biri de Leyla’dır. Bu nedenle söylem ve pratiklariyle sorumlu davranmak herşeyden önce gelmelidir. Umarim bundan sonra Leyla Zana daha dikkatli adım atar ve halkı için verdiği mücadeleyi daha sağlam bir politik zeminde yürütür. Aksi durumda kaybeden sadec kendisi olacaktır.
Ahmet DERE  /  01.07. 2012

14 Haziran 2012 Perşembe

Fantezi Düşünceler ve Kürt Sorununa Çözüm Gerçekliği

CHP’nin öneri paketiyle birlikte Kürt Sorununa Çözüm konuları geniş çevreler tarafından tartışılmaktadır. Her çevreden sözde aydın ve akılbend olarak geçinenler tv ekranlarına çıkıp çözüm konusunda fikir beyan ediyorlar. Bunlardan bazılarına göre PKK yolun sonuna gelmiş, 2012 yılı içinde silahları bırakacak, zira Kürtler yorulmuş artık mücadele edecek halleri kalmamıştır. Bunları söyleyenler daha çok « demokrat aydınlar » olarak geçinenlerdir. Milliyetçi kesimden olanlar ise daha ileri gidip PKK’nin teslim olacağını, aksi halde güvenlik güçleri tarafından ezilip yokedilecektir.
Kürt cephesinden önemli bir kesim ise bunun tersi söylemler dilendirilmekte, savaşın giderek şiddetleneceği ve her alanda direnişin geliştirileceği, başka da bir seçeneğin olmadığı belirtmektedir.
Kürt Sorunu ile ilgili kafa yormaya başladığımdan beri, ki yaklaşık 25 yıldır, sürekli benzer tartışmaları dinlemişimdir. Hiçbir zaman yapılan sözkonusu tartışmaları ciddiye almadığım ve inanmadığım gibi bugünlerde yapılan tartışmaları da nazarı itibare alınacak yanlarını bulamıyorum.
Kürt Sorunu Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce de vardı, kurulduktan sonra da günümüze kadar varlığını muhafaza etmektedir. Kürdistan ve Kürtler Ortadoğu’da tarihi bir geçmişe ve gerçekliğe sahip olduğu için bastırmayla, inkâr etmeyle ortadan kaldırılacak bir sorun değildir. Nasıl ki Mezopotamya medeniyet tarihinde çok önemli bir yere sahip ise Kürtler ve Kürdistan da bölgenin ayrılamaz bir gerçekliğidir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyetinin 90 yıllık tarihi boyunca devletin çok özel politik ve askeri uygulamalarına rağmen bu sorun kesintisiz olarak varlığını korumuştur.
PKK’nin 35 yıllık mücadelesi Kürt Sorununu yaratmamıştır, aksine Kürt Sorunu PKK’yi ve diğer Kürt örgütlerinin yaratılmasında temel kaynak olmuştur. Dolayısıyla bu denli köklü bir sorunu PKK’nın varlığına ve onun silahlı güçlerininin savaşına endekslemenin akla mantığa uygun hiçbir yanı yoktur. Diyelim ki PKK kendiliğinden silah bıraktı, bu Kürtlerin bundan sonra mücadele etmeyecekleri, edemeyecekleri anlamına gelmez. Diyelim ki PKK teslim oldu, silahlı güçlerini dağdan indirdi, bu Kürt Sorununu ortadan kaldırmaz, kaldıramaz.
Türkiye basınında, kısmen kürt basını da öyledir, fantezi bazı düşünceleri, planları gündeme alıp tartışmak neredeyse kötü ve bağımlılık yapan bir alışkanlık haline gelmiştir. CHP’nin son öneri paketiyle birlikte Kürt Sorunu konusunda fantezi düşünceler hayli artmış, böyle devam ederse önümüzdeki günlerde dozajı daha da artacaktır.
Herşeyden önce Kürt Sorunu PKK’nin silah bırakması veya teslim olmasıyla ortadan kalkabilecek bir gerçeklik değildir. PKK 35 yıldır kurulmuş, ama Kürt Sorunu ise, Osmanlı dönemini hasaba katmazsak bile, 90 yıldır vardır. 35 yıldır bu denli köklü bir sorun için varolan PKK’nin de kolay kolay ezilebileceğini düşünmek saflıktır. Temel varlık sebebi Kürt Sorunu olan PKK’nin, onurlu bir çözüm bulunmadan silah bırakması da mümkün olamaz. Bu husus PKK yönetiminin de inisiyatifi dışında bir mahiyete sahiptir.
35 yıldır Kürdistan’ın dört parçasında da örgütlenen, yüzbinlerce Kürdün bizzat emeğiyle bugüne gelmiş olan PKK hareketinin silah bırakmasının tekniki açıdan bile oldukça zor olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. « PKK silah bırakır » veya « PKK silahları bırakmalıdır » diyen çevrelerin kafasında, nasıl bir mekanizma ile bunun gerçekleşebileceği hususunda bir düşüncenin varolduğunu bile tahmin etmiyorum. Öte yandan Kürt Sorununa onurlu bir çözüm bulunmadan hiçbir PKK yöneticisinin « Silahları bırakıyoruz » diye bir beyanat vermeye cesaret edebileceğini de düşünmüyorum. Dolayısıyla silahların bırakılması, Kürt Sorununa Çözüm konusunda atılacak son adımlardan bir tanesi ancak olabilir.
Kürt Özgürlük Mücadelesi sadece silahlarla verilmemiştir, siyasi, diplomasi, entelektüel ve kültürel alanda verilen mücadele daha önemli ayaklarını oluşturmaktadır. Yine bu mücadelede PKK saflarında yer almayan Kürtler tarafından da verilmiştir. Bunları dikkate alırsak o zaman Kürt Sorununa çözüm noktasında tüm bu kesimlerin de tavrını ve duruşunu hesaba katmak gerekir. Aksi halde silahlı mücadele bırakılsa bile çok kısa bir süre içerisinde farklı mücadele yöntemleri devreye girecek ve bitmiş olduğu sanılan band yeniden baştan saracaktır.
Kürt Sorununa çözüm konusu tartışılırken fantezi düşüncelerden vazgeçip ciddi ve realist olmanın çok önemli olduğunu belirtmekte fayda vardır. TBMM çatısı altında yer alan BDP’nin mühataplık misyonuna soyunmaması  (veya ona cesaret edememesi) doğru bir yaklamışdır diye düşünüyorum. Zira sorunun ağırlığı hem kurumsal olarak BDP’yi aşmakta ve hem de muhatap olma konusunda BDP’yi temsil edebilecek yöneticileri bulunmamaktadır. Onlarca yılını Kürt Halkının mücadelesine vermiş olan binlerce devrimcinin emeğini layıkıyla temsil etmek kolay olmamaktadır. Bu taraftan bakınca BDP’li arkadaşların içinde bulundukları durumun pek kolay olmadığını görmek mümkündür.    
Ahmet DERE  /  13.06.2012

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Katil Belli !!

Uludere katliamı Türkiye’nin gündemini meşgul etmeye devam ediyor, böyle giderse daha uzun bir zaman meşgul etmeye devam edecektir.
Uludere ile ilgili Türkiye’de yapılan tartışmalarda büyük bir ikiyüzlülük vardır. Gerek AKP ve devletin çeşitli kademelerinde olsun, gerekse de muhalefette yer alan çevrelerin büyük bir bölümünde katili koruma amacı açık bir şekilde görülmektedir. AKP ve devletin içinde bulundukları pozisyon bellidir, onların amacı zaten katili tespit etmek değildir, gayeleri katili korumaktır ve bu anlaşılır bir durumdur. Ancak muhalefette yer alan kimi çevrelerin (CHP, MHP, kısmen basın mensupları ve bilinçsiz olarak da BDP’den bazı kişiler) yaklaşımları çok farklıdır ; objektif olarak AKP ve TSK’ya manevra alanını yaratmak ve katili tamamen sahadan uzak tutmaktır. Dolayısıyla muhalefetteki bu çevrelerin yaklaşımları ile AKP’ninkisi arasında pek fark yoktur.
Uludere katliamının faili için « hangi komutan emir verdi » diye ısrar etmenin pek manası olduğunu düşünmuyorum. Türk ordusuna ait uçakların bu katliamı yaptığını kimse inkar etmediğine göre katil bellidir. Hatta daha da detaylı olarak Diyarbakır’daki hava üsünden kalkan uçakların yaptığı kabul edilmektedir. Geçen haftalarda R. Tayip Erdoğan Pakistan’a gitmeden önce havaalanında yaptığı basın toplantısında şöyle demişti « Biz siyasi otorite olarak askere belli bir inisiyatif vermişiz, o da bu inisiyatif çerçevesinde hareket etmektedir. Uludere olayı da askere verilen inisiyatif çerçevesinde olmuştur ». R, Tayip Erdoğan bu sözlerle aslında Uludere katliamının failleri hakında net bir adres göstermektedir, bu sözlerden sonra « kim emir verdi », « istihbarat kimler tarafından verildi » biçiminde soruların sorulması pek mantıklı değildir. Bu tür soruları sorması gereken birileri varsa o da hesap vermesi gereken devletin ilgili yetkilileridir, ki kendi içinde hesaplaşmasını yapabilsinler. Roboski katliamından dolayı birincil derecede suçlu olanlar, genelde devlet özellde de TSK’nin Diyarbakir’daki hava üsünden üst düzey yetkilileridir.
Amerikan gazetesi Wall Street Journal’in haberiyle yeniden başlayan Uludere tartışmaları, bazı çevrelerin çok ilginç yaklaşımlarını da ortaya çıkardı. Kimi çevreler bu katliamın sorumluluğunu Amerika’ya yükleyerek dolaylı olarak TSK’yi suçsuz çıkarma gayreti içerisine girdiler. Her taşın altında bir Amerikan parmağını aramayı alışkanlık haline getiren bu çevreler katili koladıklarının farkında değiller. Ne yazık ki bu konuda  BDP’den de bazıları özel görev üstlenerek işi şov yapmaya kadar vardırdılar. Sormak gerekir bunlara ; Amerikan istihbaratı sonucu bu katliamın yapılmış olduğunun tespit edilmesi sadece Türk devletine yaramaz mı ?
Türk devleti yetkilileri, özellikle AKP hükümeti, Kürtlere karşı yapılan katliamı bir marifet olarak gördükleri için bunu Amerika’ya mal etmek istemediler, veya Amerika ile ortak yaptıklarını kabul etmediler. AKP mantığına göre Roboski katliamı batı illerinde oy kazandırıyor dolayısıyla bu marifete başka bir gücü ortak etmemelidir.
Uludere ile ilgili CHP’nin yaklaşımı AKP’ninkinden daha muğlak ve ikiyüzlücedir. Bu konuda CHP’lilerin ağzından çıkan her lafın altında Kürtlerden oy alma gayesi olduğunu hisetmek zor değildir. Tarihe bakılırsa Kürtlere karşı yapılan katliamlarla ilgili CHP ile AKP arasında pek fark yoktur. AKP CHP’yi Dersim katliamıyla suçlarken CHP ise AKP’ye Robosk Katliamı üzerinden yükleniyor. Kürtlere karşı yapılan katliamlar, düzen partileri tarafından sürekli birbirine karşı kulanılmış, kulanılmaktadır.
Roboski’yi Kürtlere unuturmak için « liberal » olarak tanınan, özellikle basın ve medya, çevrelerinde « Uludere halkından özür dilensin » diye bir ısrar söz konusudur. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, AKP’den de bazıları da bu konuda yumuşak sinyaller veriyorlar. Öyle anlaşılıyor ki önümüzdeki süreçte ya « yetkili » birileri çıkıp yarı bir ağızla « özür » dileyerek veya askeriyeden birilerini göstermelik olarak « yargı » önüne çıkarıp bu konuyu kapatacaklar. Kürt halkı, her zaman olduğu gibi, yine kendi acısıyla baş başa bırakılacaktır.
Ahmet DERE  /  28.05.2012

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Kürt Ulusal Konferansı Üzerine

Daha önceki yazılarımda da sık sık değindiğim Ulusal Konferans konusu bu süreçte daha fazla tartışmayı gerektiriyor gibi bir hal almıştır.
Yıllardan beri Kuzey’deki Kürt Özgürlük Hareketi (PKK, BDP ve onlara yakın kurumlar) Kürt Ulusal Konferansı ile ilgili girişimlerde bulunmuştur. Bu konuda Kürdistan Ulusal Kongresi de (KNK) birçok defa komitelerini görevlendirmiş, değişik kürt çevreleriyle temas kurmuştur. Şimdiye kadar BDP ve KNK adına bizzat Güney Kürdistan’a gidip Ulusal Konferans konusunda  KDP ve YNK ile görüşmeler yapan çok sayıda heyet olmuştur. Bugünlerde Güney’de bulunan KNK heyetinin esas amacı da yine Ulusal Konferans ile ilgili olduğunu biliyorum. Fakat bu sefer Ulusal Konferansın ‘yapılması’ için değil, daha ziyade hazırlıkları yapılan Konferansa katılım amaçlı olduğunu düşünüyorum.
Ben KNK üyesi olduğum dönemde birçok toplantıda Kürt Ulusal Konferansın gerekli olduğunu, ama bunun yapılabilmesi için ise daha özverili olunması, iç ve dış siyasi konjonktürün dikkate alınması gerektiğini belirtmişimdir. Özverili olunması gerektiği noktasından kasıt ; herhangi bir örgüt,  ulusal düzeyde katılımın olması gereken bu çalışmayı kendi etkisinde göstermemeli, her kurum ve örgütün eşit düzeyde çabasının sağlanması esas alınarak yapılacak bir çalışma olduğunu unutmamalıyız.
Ne var ki ne BDP’nin ne de KNK’nin bu konuda yaptıkları hiç bir çaba sonuç almamıştır, KDP ve YNK ile yapılan görüşmeler nezaket icabı olmaktan öteye gitmemiştir. Zira hem KDP ve hem de YNK sözkonusu çalışmaları kendi inisiyatifleri dışında ve dönemsel çıkarlarına ters olarak görmüşlerdir.
Son aylarda bizzat KDP ve YNK yetkilileri tarafından yapılan gayri resmi açıklamalardan yola çıkarsak, yakın süreçte Hewler’de bir  Kürt Ulusal Konferansı’nın toplanması sözkonusu olabilir. Sürecin içinde olan ve gelişmeleri yakından takip eden biri olarak şunu söyleyebilirim ; evet Hewler’de bir Kürt Ulusal Konferansı yapılabilir, ama buna karşı da ciddi manada engel teşkil etmek isteyen iç ve dış güçlerùn de olduğunu hesaba katmamız gerekiyor. Türkiye ve İran böylesi bir çalışmaya karşı olduklarını, engelleyemezler ise onu amacından uzaklaştırmaya çalışacaklarını biliyoruz.
Bir Ulusal Konferans, herşeyden önce ilgili olan halkın her kesiminden kurum temsilcileri ve ayrıca halkın belli kesimleri tarafından sevilen, takip edilen şahsiyetlerin gönülü ve eşit haklarla katılım sağladıkları bir bileşimle gerçekleşebilir. Mümkün olduğunca hiç bir kurum veya örgütün bu çalışmanın dışında tutulmaması gerekiyor. Birkaç kurum veya örgütün katılmaması, veya onu protesto etmesi bir eksiklik yaratabilir, yapılan çalışmanın üzerine gölge düşürebilir. Buna müsaade edilmemelidir. Bu hasasiyet dikkate alındığında geniş halk tabanı olan Kürt Örgütleri üzerine önemli sorumluluklar duşmektedir.
Bu dönemde tüm Kürtlerin Ulusal bir Konferansa ve Ulusal bir Stratejiye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla yapılan çalışmaya her kesimden destek verilmeli, güçlendirilmelidir. Hiç bir örgüt bu ulusal düzeydeki çalışmayı salt kendi çıkarları için değerlendirmemeli, bir bütün halkın temel çıkarlarını esas alarak yaklaşmalıdır. Ancak ne yazık ki varolan Kürt Örgütleri arasında bu şekilde davranan çok, ama çok az örgüt vardır. Başta KDP, YNK, PKK ve BDP olmak üzere, hemen tüm Kürt Örgütleri bu konuda zayıftır. Dolayısıyla yapılacak olan « Kürt Ulusal Konferansı » çalışmalarının çok iyi olabileceğini, çok iyi geçeceğini söyleyemem. Buna rağmen Ulusal Konferans için başlatılmış olan hazırlıkların devam etmesi ve Konferansın gerçeklesmesi gerekmektedir diyorum ve destekliyorum. İlk Konferans çok iyi olmazsa da, daha iyisini yapabilmek için zemin olacağına inanıyorum.
Bu konuda özellikle BDP’nin önemli bir rol oynayabileceğini düşünuyorum. Konferansın hazırlık çalışmaları ile ilgili yapılan değişik açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, KDP ve YNK çevreleri PKK’nin Konferansa güçlü bir katılım sağlamasını istememektedirler. Bana göre bu konuda PKK’nin özverili, BDP’nin ise çok duyarlı ve politik davranması önem arzetmektedir. Zira hiç bir zaman olmadığı kadar Kürt Ulusal Konferansı konusunda bir zemin oluşmuş durumda. Bazı konularda taviz verme pahasına da olsa, bu yıl birinci Kürt Ulusal Konferansı’nın yapılması lazım. Halkımızın da dostlarımızın da bu konuda beklentileri vardır.
Ahmet DERE  / 10.05.2012

14 Nisan 2012 Cumartesi

Fransa Seçimleri ve Kürtler

22 Nisan günü Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu yapılacak, 6 Mayıs günü ise ikinci ve nihai tur gerçekleşecek.
 
 
Nicolas Sarkozy’nin partisi olan UMP (eski ismiyle RPR)  1995 yılından beri Cumhurbaşkanlık koltuğunu elinde tutmaktadır. Yani 17 yıldır Fransa bir parti tarafından yönetilmektedir. Merkez Sağ Partisi olan UMP Nicolas Sarkozy tarafından tamamen sağa kaydırılmış, Jean-Mari Le Pen’in partisi olan (Mevcut durumda kızı Marine Le Pen tarafından idare edilmektedir) Ulusal Cephe’nin sağında yer almaktadır. Bu yıl ki seçimleri kazanabilmek için tamamen sağcı ve siyasetinin merkezine de güvenlik sorunlarını alan Sarkozy bu son günlerde uslübünü daha da sağa kaydırmıştır. Yabancılara karşı pek hoşgörülü olmamasına rağmen, bu parti hem Yahudilerden hem de Ermenilerden oy almaktadır.
 
 
Nicolas Sarkozy’nin rakibi ise Sosyalist Parti’nin adayı olan François Holland’dır. François Mitterrand’dan  sonra oyları sürekli düşen bu parti, genel olarak Fransa sorunlarına çözüm olabilecek bir siyaseti geliştirmede pasif kalmıştır. Bunun sebeplerinden bir tanesi de bir türlü iç sorunlarına çözüm bulamaması olmuştur. Fakat bu yıl ki seçimlere biraz daha hazırlıklı girdiğini söyleyebiliriz.
 
 
17 yıldan beri Merkez Sağ partisinin iktidarda olması Fransızlarda belli bir değişim arzusunu geliştirmiştir. Böylesi bir siyasi atmosferin egemen olduğu Fransa’da ibre daha çok Sosyalist Partiden yana olduğunu söyleyebiliriz. Sarkozy’nin bir dönem daha Cumhurbaşkanı olma ihtimali sözkonusu olmakla birlikte, değişimin arzusunun galip geleceğini düşünüyorum. Yani seçimleri Sosyalist Partinin veya onun adayı olan François Holland’ın kazanmasından ziyade, Fransızların değişimden yana olan tercihleri daha fazla ön planda olacaktır. Nicolas Sarkozy’e karşı alternatif olan tek parti Sosyalist Partisi olduğu için seçimlerin ikinci turunda birinci parti olarak çıkabileceğini söylemek için biraz erken olsa da bu pek de yanlış bir tahmin olacağını zanetmiyorum.
 
 
Fransa’da yaklaşık 150 bin Kürt yaşamaktadır. Şimdiye kadar hiç bir seçimde Kürtlerin oyları önemini hisettirmemiştir. Bunun bir sebebi bu ülkede yaşayan Kürtlerin çok azı vatandaş olup oy kulanabiliyor olurken, esas sebebi ise Kürtlerin merkezi bir temsiliyet gücüne sahip olmamalarıdır. Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da ayrı ayrı Kürt örgüt ve dernekleri bulunmaktadır. Bunlar arasında Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu (FEYKA) biraz daha geniş bir örgütlülüğe sahip olsa da, Fransa siyasetinde gücünü hisettirebilecek bir yönetimden yoksundur. Siyasi etkinlik açısından Paris Kürt Enstitüsü belli bir güce sahip olsa da, Kürtler arasındaki örgütlülük noktasında zayıftır. Güney Kürtlerinin avantajlı bazı yanları olsa da sayı olarak az oldukları nedeniyle fazla ön plana çıkamamaktadırlar. Ayrıca Güney Kürtleri, yarı resmi olarak da olsa belli bir devlet gücüne sahip olduklarından ötürü Fransa’daki seçimlerde taraf olmak istememektedirler. Sanırım bu yaklaşımları makul ve yerindedir.
 
 
Son yıllarda Fransa’daki Kürtlerin önemli bir bölümü vatandaş olmuştur. Eğer iyi bir örgütlülük geliştirilmiş olsaydı bu seçimlerde hem UMP ve hem de Sosyalist Partinin özel ilgisini üzerine çekebilirdi. Ne yazık ki öyle olmamıştır, seçimlere az zaman kalmasına rağmen Kürtlerin evlerine baskın düzenlenmiş, tutuklamalar gerçekleşmiştir. Bu politika UMP tarafından geliştirilmiştir, Sosyalist Partisi ise sesiz kalmakla ona ortak olmuştur. Bir anlamda hem Merkez Sağ Partisi ve hem de ona alternatif olan Sosyalist Partisi, seçim sürecine rağmen Kürtlere karşı negatif bir tutum içerisine girmişlerdir. Bu noktadan bakılırsa, Fransa’daki Kürtlerin ne kadar örgütsüz ve siyasetten pasif olduklarını görebiliriz.
 
 
Geçen günlerde FEYKA’nın bir açıklamasında, Sol Cephe’nin adayı olan Jean-Luc Mélenchon’un destekleneceğini okudum. Özellikle Kuzeyli Kürtlere karşı UMP’nin varolan yaklaşımı ve Sosyalist Partinin sesizliği elbette Kürtleri Sol Cephe’yi desteklemeye itiyor. Fakat bu pozisyon kendi oy potansiyelini doğru değerlendirmek olmuyor, ilk sırada olan iki partinin negatif yaklaşımları böylesi bir protestocu davranışa itmiştir FEYKA’yı. Ne kadar Kürdün, FEYKA’yı dinleyip onun istediği partiye oy vereceği de meçhul.
 
 
Bana göre, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, Orta Avrupa ülkelerindeki tüm Kürtlerin, sözkonusu bu ülkelerin iç siyaseti olduğunda, ortak bir siyasi duruşa sahip olmaları gerekmektedir. Eğer doğru bir ortak yaklaşım geliştirilirse bu ülkelerde her siyasi parti, dolayısıyla iktidar, Kürtlerin değerini bilir, onlara karşı kolay kolay olumsuz bir davranışta bulunmaz, tıpkı Yahudilere ve Ermenilere karşı sahip oldukları duyarlılık gibi.
 
 
Kürtlerin sağlıklı bir kurumsal temsiliyet gücü ortaya çıkmadığı müddetçe Fransa’da, veya Avrupa’nin herhangi bir ülkesinde, parti işaret etmenin hiç bir manası yoktur. Bana göre her Kürt tanıyabildiği ve kendine yakın hisettiği partiye oy vermelidir, ancak o şekilde vicdanen rahat olunabilir.
 
 
Ahmet DERE  /  15.04.2012

5 Nisan 2012 Perşembe

2012’de AB-Türkiye ve Kürt Sorunu

Bugün « BDP ve Açılım » konusunu yazmayı planlamıştım. Fakat geçen hafta Bruksel’de Avrupa Parlamentosunda kabul edilen « Türkiye Raporu » ve içeriği benim planımı değiştirdi. Bu nedenle « BDP ve Açılım » konusunu bir sonraki yazımda ele alacağım.
Türkiye-AB arasında sürdürülen müzakerelerin tarihi hayli geçmişe dayanmaktadır. Fakat Türkiye’nin resmen aday ülke olarak kabul edilmesinden sonra sürdürülen müzakerelerin geçmişi 3 Ekim 2005’dir. Yani 7 yıldır AB Komisyonu ile Türkiye arasında resmen üyeliğe geçiş amaçlı müzakereler yapılmaktadır.
Müzakerelere başlandığı tarihten bu yana Avrupa Parlamentosu her yıl Türkiye ile ilgili rapor hazırlıyor. AP’nin raporu Avrupa Komisyonu için referans olarak kabul ediliyor ve Komisyonun her yıl hazırladığı « İlerleme Raporu » için Avrupa tarafının genel görüşlerini sunuyor. Dolayısıyla, bazı türk « uzmanlarının » söylediklerinin aksine, AP raporu önemlidir ve müzakere sürecinde belirleyici rolü vardır.
Ben AB-Türkiye müzakere sürecini ve ondan önceki süreçleri de yakından takip ettim. 2009 yılı ile ilgili rapor hariç, şimdiye kadar AP’nin üzerinde tartışarak kabul ettiği tüm yıllık raporlarını bizzat Genel Kuruldaki tartışmaları canlı olarak izleyerek takip ettim. Bu yıl da öyle oldu, özel olarak tartışmaları izlemek, AP’den bazı milletvekileriyle görüşmek için Bruksel’deki AP Genel Kuruluna gittim.
AP’nin şimdiye kadar hazırladığı raporların en az tartışılanı olduğunu belirtmek lazım. Daha önceki yıllarda yapılan  o canlı ve aynı zamanda çekişmeli tartışmaların aksine, bu yıl adeta kural yerini görsün biçiminde bir oturumla rapor kabul edildi. Bu duruşuyla AP’nin Türkiye’ye karşı ne kadar ilgisiz olduğunu anlamak gerekiyor. Konuştuğum bazı milletvekileri raporun içeriğinden bile pek haberdar olmadıklarını anladım. Yani bu yıl AP’de kabul edilen rapor tamamen Raportör Omen Ria Ruijten’in inisiyatifinde gelişmiş, AP Genel Kurulu ise küçük bazı değişikliklerle onaylamış, kurumsal bir belge haline getirmiştir.
AP’nin Türkiye’ye karşı olan ilgisizliği karşılıklı olarak gelişmektedir. Zira, AKP hükümetleri 2007 yılından beri yönünü daha çok Arap Birliğine çevirmiştir. Resmen Arap Birliği üyeliğine talip olmasa da, aslında tüm icraatlarıyla dikkatlerini o tarafa çevirmiştir. Hal böyle olunca Avrupa Birliği kurumlarında da Türkiye’ye olan yaklaşım değişmektedir. Bir anlamda Türkiye’nin duruşu AB’deki Türkiye aleyhtarlarını rahatlamıştır. Türkiye’den kaynaklı olarak gelişen AB yaklaşımı ise AKP’nin de işine gelmiştir. AKP yöneticileri adeta « Nasıl olsa AB bizi üye olarak kabul etmeyecek, o zaman neden boş boş uğraşalım » demektedirler.
AP raporunda AKP hükümetinin oluşturduğu AB’den Sorumlu Devlet Bakanlığı’na atıfta bulunularak olumlu bir gelişme olduğu vurgulanmaktadır. Oysa bu adımla aslında AKP elleştirilere karşı kalkan oluşturmuştur. Yani AKP’nin asıl gayesi olan Arap Birliğine daha yakın olma noktasındaki yaklaşımını sesiz bir şekilde geliştirmek için AB’ye önem verme izlenimini oluşturmanın bir aracıdır bu Devlet Bakanlığı. Zira son yıllarda AB kurumlarında Türkiye’nin çok ciddi bir lobi faaliyeti görülmemektedir.
Mevcut durumda Türkiye’nin AB kurumları nezdinde gösterilen çabalarının çoğu, sadece Kürt Sorunuyla ilgili tartışmaları engelemek amaçlı olduğunu belirtmek gerekiyor. Eğer AB kurumlarında, özellikle Avrupa Parlamentosunda, Kürt Sorunuyla alakalı bir takım tartışmalar ve bu konuda çeşitli toplantı ve konferanslar düzenlenmezse inanıyorum ki Türkiye’nin varolan bu az çalışmaları da olmayabilir. AB sürecine taraftar olan çevrelerin bu noktada Kürtlere ve Kürt Sorununa borçludurlar.
AB cenahından olaya bakılırsa, aslında ne Türkiye-AB süreci ne de Kürt Sorunu ciddi bir öneme sahiptir. Bu her iki konuda da AB sadece süreci sürüncemede tutma gayreti içerisindedir. AB-Türkiye Süreci konusunda AKP’nin gevşek yaklaşımı ile Kürt Sorunu konusunda da Kürt Kurumlarının ( BDP dahil ) çok zayıf faaliyetleri birbirini tamamlayarak AB’nin işini de kolaylaştırmaktadır.
Türkiye’nin AB perspektifinden uzaklaşması AKP ve aynı cenahtan çevrelerin işine gelecektir, fakat uzun vadede tüm Türkiye’nin zararına olacağını belirtmek gerekiyor. Aynı şey Kürt Sorununun çözümü konusunda da kısmen geçerlidir ; AB’deki bazı Demokratik Müeseselerin desteği ve dayanışması olmadan sağlıklı bir çözümün gelişemeyeceğini kabul etmek lazım. AKP veya devamı olacak her hangi bir iktidarın insafina bırakılırsa Kürtlere karşı daha çok uzun bir savaş verilecektir. Elbette Kürtler kendini koruyacaktır, ama bu süreç çok fazla can alacağını şimdiden görmek mümkündür.
Bana göre en uygun formül ; Türkiye’nin AB perspektifinden uzaklaşmaması, bu konuda atılabilecek her adımın atılmasıdır. Kürt Sorunu konusunda ise ; çözüm umudu sadece AB’ye bağlanmadan, ama onun Demokratik Müeseselerinin desteği ve dayanışmasının alınmasıdır. Dolayısıyla BDP’nin AB kurumlarında biraz daha aktif olması durumunda faydası az olmayacaktır.
Ahmet DERE  /  05.04.2012