30 Temmuz 2010 Cuma

İnegöl ve Dörtyol Olayları

Son günlerde yaşanan olaylar, yeni bir sürecin başlangıcı gibi bir izlenim vermektedir. Kürdistan’da yaşanan savaşa paralel olarak, Kürtlerin yoğun oldukları bazı batı illerinde « karanlık » güçler tarafından yeni senaryolar hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Eğer devlet yetkilileri gereken duyarlılığı göstermezlerse, bu atmosfer yeni ve tehlikeli bir sürecin başlangıcı olacaktır.
Geçen haftadan beri İnegöl ve Dörtyol ilçelerinde yaşanan olaylar, sıradan provakatörlerin yaratabilecekleri bir durum değildir. Daha önce de benzer bazı olayların yaşandığına tanık olmuştuk, fakat yaşanan son durum, Türkiye’nin içinde bulunduğu savaş atmosferi ve siyasi kaos dikkate alındığında, olağanüstü bir muhtevaya sahip olduğunu belirtmek gerekiyor. Hükümet kaynakları, İnegöl’deki olayları basit bir kavganın yolaçtığı bir karışıklık olarak gösterseler de, olayın gerçek yüzünün bir Kürt-Türk çatışması olduğunu gizliyemez. Bu çatışmanın senaryosu ise, bizzat AKP’ye yakın çevrelerin gizli emelleri tarafından yapılmaktadır.

Hatay’ın Dörtyol ilçesinde dört polisin vurulmasından sonra yaşanan gerilimde MHP’li belediye başkanının rolü olduğunu kimse inkar edemez. Ancak, Kürtlerin ev ve işyerlerine yapılan saldırılara karşı, polis ve jandarmanın gereken tedbiri almamasının arkasında hükümetin olmadığına hiç kimse inanmaz. Dolayısıyla, annayasa referandumundan önce, AKP çok çirkin ve tehlikeli bir yaklaşım içerisindedir. Bu tehlikeli yaklaşımıyla, yani Kürtlere karşı kirli savaşı geliştirmekle, 12 Eylül’den önce, hem CHP ve hem de MHP tabanına mesaj vermektedir.

2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP, sürekli çelişkilerden ve kaotik durumlardan beslenmektedir. Iktidarının ikinci döneminde tamamen derin devlet ile uzlaşan bu iktidar partisi, üçüncü bir dönem için Kürtleri kurban olarak seçmiştir. Durum öyle gösteriyorki, 2011 yılına kadar AKP tamamen özel ve kirli savaşa endeksli olarak siyaset yapacaktır. Bir taraftan beyaz Kürtlere göz kırparken, diğer taraftan da, özgürlükçü ve onurlu Kürtlere karşı imhaya dayalı bir strateji izlemektedir. Bu gidişatın sonucu Türkiye’ye zarardan başka birşey getirmiyeceği aşikar olmakla birlikte, AKP için ise faydalı olup olmayacağını zaman gösterecektir.

Kürdistan’da gelişen gerilla savaşı ve ona yönelik ordunun imha amaçlı opersayonları ile, son haftalarda yaşanan Kürt-Türk çatışması giderek toplumsal bir ayrışmayı da beraberinde getirmektedir. Henüz Kürtler’in gündeminde olmayan ayrılma hususu, yavaş yavaş tartışılmaya başlanacaktır. Eğer genel olarak ciddi bir sağduyu Türkiye’de hakim olmaz ve geliştirilen bu tehlikeli süreç böyle devam ederse, Kürtlerde henüz arzu edilmeyen ayrılma konusu ciddi bir şekilde gündeme alınacaktır. Böyle bir düzeyin gelişmesi durumunda, kimsenin Kürtleri suçlu görme hakı yoktur.

İnegöl ve Dörtyol olayları çok önemli bir şekilde kaale alınmalıdır. Kimsenin bu olayları küçümseme, veya sıradan provakatörlerin işi olarak görme zaafı yaşama hakı yoktur. Durum ciddidir, ciddiye alınmalıdır. Aksi halde, önümüzdeki günlerde Kürdistan’da bulunan Türklerin iş ve evlerinin saldırıya uğramasını ve giderek aktif bir iç savaşın yaşanmasını kimse önleyemez. BDP yetkililerinin de yaptıkları uyarı gibi, şimdiden Kürtlerin kendi güvenlik önlemlerini almaları kaçınılmaz hale gelmiştir. Bugün, (29.07.2010) türk televizyonlarında izlediğimiz, Dörtyol’daki ırkçı ve faşitlerin sırtını sıvazlayan, gözlerinden öpen Emniyet müdüründen hiçbir kürt kendi güvenliğinin sağlanmasını düşünmemelidir.

Ahmet DERE / 29.07.2010

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Barışı Istemek

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürt Sorunu sürekli kanayan bir yara olma konumunu koruyagelmiştir. Bazıları, bu sorunun sadece 30 yıldan beri varolduğunu söyleseler de, yaşanan tarihsel gerçeklikleri değiştiremezler.
Türkiye jeopolitik konumu itibariyle çok hasas bir bölgede bulunup, dış güçlerin oyununa açık olmasına rağmen, kendi içindeki kanayan yarayı doğru tahlil edememiştir. Devletin bu yaklaşımı 87 yıldır sürekli Cumhuriyet ile halk arasında derin uçurumların varolmasına sebebiyet vermiştir. Adı Cumhuriyet olsa da, Türkiye’deki yönetim aygıtı ile halk arasında hiçbir zaman uyum sağlanamamıştır. Bu uyumsuzluk salt Kürtler ile devlet arasında değil, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan tüm halklar açısından da geçerlidir.

Bir Haziran’dan bu yana giderek şiddetlenen çatışmalar, Kürt Sorunu eksenindeki tartışmaları biraz daha fazla yoğunlaştırmıştır. Kürt Sorunu ile ilgili, şimdiye kadar inkarcı yaklaşanlar bile bazı gerçeklikleri dilendirmeye başlamışlar. Yapılan tartışmalara bakıldığında, sanki yeni bir durum yaşanıyormuş gibi bir kanıya kapılıyor insan. Halbuki bu sorun (eğer Osmanlı doneminde yaşananları hesaba katmazsak), 87 yıldır sürekli kanayan bir yaradır ve son 20 yıldır da aynı tartışmaların eksenindedir.

Gerek türk, gerekse de kürt çevreler tarafından bugünlerde sık sık « barış » sözcüğü dilendirilmektedir. Barışın istenmesi bir anlamda yaşanan bir savaşın da kabulu anlamına gelmektedir, ancak bu noktada henüz ciddi bir tutuculuğun hakim olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ne varki, 30 yıldır ordu ile gerilla arasında kesintisiz bir çatışma yaşanmasına, on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve yüzbinlerce insanın maddi ve manevi zararı olmasına rağmen, türk devletinin yanlış teşhis politikasından dolayı savaşın varlığı kabul edilmemektedir. Bu çizgi hakim olduğu müddetçe, kimse kusura bakmasın, ne barış gelir, ne de bu savaşın önu alınır.

Neden savaş gerçekliğinin kabulu önemlidir ?.

Herşeyden önce yaşanan savaş bir sorunun sonucudur, onun kabul edilmesi aynı zamanda sözkonusu sorunun da kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Devlet kademelerindeki yöneticiler savaş sözcüğünü özellikle kulanmamaya çalışmaktadırlar. Bunun tercümesi şudur ; savaş yaşanmadığına göre barışa da ihtiyaç yoktur. O zaman ne olacak, elbette savaş sürecek ve giderek tüm Türkiye’yi etkisi altına alacaktır. Kaybedenler kimler olacak ?, elbette başta Türkiye’deki halklar en çok zarar görecekler, ancak devlet de kendi payını alacaktır. Nitekim, son bir aydır devletin en tepesindekileri uyuyamadıklarını söylemektedirler.

Barışı isteyenler arasında da çeşitli farklılıklar olduğunu söylemek gerekiyor. Bazılarına göre barış sadece devlet ile PKK arasında sağlanabilen bir olgu olurken, bazılarına göre ise, gerçek barış toplumsal bir uzlaşma ile mümkündür. Bana göre her iki yol da birbirine bağlı olup, biri olmasa diğeri de olamayacaktır. Eğer devlet ile PKK arasında doğru ve samimi bir ateşkes sağlanamzsa, toplumsal barıştan da sözedilemez. Tersini de söylemek mümkündür ; yani toplumsal bir uzlaşma sağlanamazsa, devlet ile PKK arasında varılacak herhangi bir kalıcı ateşkes de kürt sorununu doğru bir çözüme götüremez. Dolayısıyla, görülmesi gereken temel husus ; Kürt Sorununun tüm yönleriyle ele alınması, her kesimin taleplerine cevap olabilecek, isteklerini gözeten bir çözüm yolunun bulunmasıdır.

Çatışmalar ne kadar gelişir ve çelişkiler derinleşirse, yine de çözümün tüm kapıları kapanmaz, eğer istenirse barış da sağlanabilir, toplumsal uzlaşma da. Bu noktada Abdullah Öcalan’ın rolü yadsınmamalı, avukatları aracılığıyla verdiği mesajlar önemle dikkate alınmalıdır diye düşünüyorüm.

Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla verdiği mesajlara da bakıldığında, herşeye rağmen, yakın süreçlerde iyi bazı şeylerin yaşanabileceğine dair umutlu olmak da fayda vardır.

Ahmet DERE / 07.07.2010