22 Temmuz 2012 Pazar

Kan Dökülmeden Çözüm Bulmak

Güney Kıbrıs'tan tanıdığım değerli bir arkadaş olan Mahmut'un yazısını buradan yayınlayarak siz kıymetli okuyuculara sunmak istiyorum. Yazı ile ilgili eğer görüş ve önerileriniz varsa lütfen "yorum gönder" bölümünde yazınız.
Buradan Mahmut arkadaşa da başarılar dilerim.

Saygılarımla
Ahmet Gülabi DERE




Kan Dökülmeden Çözüm Bulmak
Kimileri ortadoğunun emperyalist güçlerce yeniden dizayn edilmesine “arap baharı” derken, kimilerin de ise üçüncü emperyalist paylaşım savaşı düşüncesi hakim.
Sadece Libya örneğine baktığımızda ikinci bakış açısının doğru olduğunu görürüz. Ya da Sarkozky’nin seçim masrafı olarak Kaddafi’den aldığı milyonlarca euro bize Libya’ya demokrasinin hangi amaçla götürüldüğünü gösterir.

Benim üzerinde durmak istediğim konu Kürtlerin durumu ve Türkiye’ye biçilen rol, ya da Türkiye’nin kendisine biçmek istediği rol.
AKP hükümetinin iktidarıyla son yıllarda hem iç ve hem de dış kamoyunda birçok sorunun cözüleceği beklentisi yaratılmıştı. Buna birçok kesim inanmıştı aslında. Başta Ermeni soykırımı, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, ülkedeki mezhep sorunları çözülecekti. 2007’ye kadar AKP hükümeti bütün bu sorunların önünde asker engelmiş gibi bir duruş içerisindeydi. Hrant Dink katilerinin yargılandığı davada Ermeni sorununu, Roboski katliamı  ile Kürt sorunu, Sivas davası ile mezhep sorunlarını  ve Güney Kıbrıs’ın Akdenizdeki petrol aramasındaki yaklaşımı ile AKP’nin maskesi düşmüştür.

Aslında bütün bu meseleri böyle ustaca zamana yayma taktiğinde hem ABD hemde batının onlara biçtiği rol destek olmuştur.

ABD ve batının niyeti AKP ile ortadoğudaki sunni tabanı yanına çekip işlerini daha da kolaylaştırmaktır. Erdoğan ve ekibi taşeronluk görevini en iyi şekilde yerine getirirken kendilerince de ortadoğunun liderliğine oynamak istemektedirler. Suriye Esad sonrası kendilerine bağlı bir sunni iktidar yaratıp taşeronluk konumlarından söz sahibi konumuna geçmek istiyorlardı.  Şimdiye kadar bütün çabaları böyleydi taki uçaklarının Suriye hava sahasında düşürüldüğü  ana kadar. AKP bütün bunları yaparken en büyük derdi Kürtlerdi.

Bazı akıl hocaları bugün bile Türkiye’nin neden İrak savaşında rol almadığınından yakınıyorlar yani yer alınmış olsa bugünkü durum ortaya çıkmayacaktı. Bugünkü durum diye yakındıkları şey ise Güney Kürdistan’daki Kürtlerin kazanımı. Bunu artık açık açık söylüyorlar,  hatta Suriye’de böyle bir durumun ortaya çıkmaması için Türkiye’nin taşeronluğuna destek veriyorlar,  yani bütün mesele şudur: HER NEREDE OLURSA OLSUN KÜRTLERİN KAZANIMLARI ONLAR İÇİN KAYIPTIR.

Şu an ortaya çıkan durumlara bakıldığında AKP şahsında Türkiye kaybetmiştir.  Kendilerine göre duşmanları kazanmıştır, yani Kürt Halkı kazanmıştır. Şimdiye kadar ne faşist Baas partisinden ne de emperyalistlere yana tavır ortaya koymuştur Suriye’deki  Kürtler.  Birçok kesim Kürtleri takdir etmiştir bu konuda, yani halkların kardeşliği temelinde bir çözümde ısrarcı oldukları için.

Kürtler kan dökülmeden, başta Kobani olmak uzere. Efrin, Derika Hemko, Amude, Kamişlo’da Baas yönetime el koymuslardır. Her ne kadar provakasyonlar olacaksa da artık Kürtlerin kaybedeceği pek birşey görünmemekte. Kürdistan’ın dört parçası hızla birleşiyor. Siz bu yazıyı okuduğunuzda belki de ABD ve Rusya Suriye’de pay konularında anlaşmış olup israil Suriye’de daha aktif bir duruma gelmiş olacaktır.
Kıbrıstan Mahmut Şahin

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Amed Mitingi, BDP ve Öcalan’a Özgürlük

14 Temmuz günü Amed’de büyük bir miting organize etmeyi amaçlayan BDP yine devletin antidemokraik zihniyetiyle karşılaştı, onun zor ve şiddetine maruz kaldı. Tanıdığımız türk devleti şimdiye kadar Kürdistan’da yaptığının aynısını tekrarladı. 14 Temmuz’da Amed’de yapılanlar devletin yeni bir yüzünün açığa çıkmış olması değildir, eskiden varolanın aynısı tekrar sahneye alınmıştır. Bilinen türk devleti yaptığını tekrarlamıştır.

Kuzey Kürdistan’da en güçlü kitle partisi BDP’dir, ona alternatif olabilecek başka bir parti veya hareket bulunmamaktadır. İyi bir organizasyonla yüzbinlerce insanı biraraya getirebilecek bu parti ne yazık ki üzerine düşen esas sorumluluğunu ya bilmemekte, ya da bilmemezlikten gelmektedir. TBMM’de grubu bulunan ve bağımsız milletvekilerinin de desteği arkasında olan bir siyasi parti eğer bir miting müsadesini alamıyorsa o zaman içinde yer aldığı meclisten çekilmesi ve halka özelleştiri vermesi lazım. BDP’nin TBMM’deki grubunun mevcut durumuna bakıldığında maalesef pek siyaset yaptıklarını göremiyoruz. 12 Haziran tarihinden beri yaptıklarına baktığımızda, kendilerine «  pasif pratik eylemcilik » sıfatının yakıştırılmasını daha makül buluyorum.

12 Haziran 2011 tarihinde meclise gönderilen bağımsız (BDP) milletvekillerinden Kürt Halkı yetkin bir siyasi misyonun yerine getirilmesini bekliyordu, beklemektedir. Daha önceki dönemlerde legal kürt partisinin milletvekili sayısı az olduğundan dolayı böylesi bir misyonun yerine getirilmesi pek beklenmiyordu. Ancak 12 Haziran seçimleri ve öncesinde yapılan mitinglerde verilen sözler ve halkın verdiği destek farklı oldu, beklentiler de ona göre gelişti. Ne var ki gelinen aşamada duruma bakıldığında BDP’nin mecliste yaptığı ciddi bir faaliyeti yok gibi, dönem dönem protestocu bazı konuşmaları olmazsa varlıkları bile hisedilmiyor. Bazı milletvekillerinin protestocu konuşmalarını da duyamıyoruz, oraya ne için gittiğinin farkında bile olmayanlar vardır. 
14 Temmuz’da Amed’de yapılan mitinge bazı parlementerlerin katılması adeta « dostlar bizi pazarda görsün » yaklaşımıyla olduğunu söylersem hakaret olarak algılanmamalıdır. TBMM’de dördüncü güç olan bir parti en fazla oy aldığı bir ilde  miting müsadesini alamıyor ve buna rağmen miting yapmak isterse elbette orada blunması lazım gelir. Bu bir görevdir, yoksa kahramanlık değildir. Bir mitinge katılıp devletin güvenlik güçleriyle tartışmak, onun şiddetine maruz kalmakla kahraman olunmaz, eğer öyle olsaydı kahraman olmayan Kürtlerin sayısı çok az olurdu. Şimdiye kadar devletsiz en büyük halk olma unvanını elimizde bulundurduğumuza göre pek fazla kahramanlık destanlarını yazabilmiş değiliz. Olanların sahipleri de bellidir ve herkesçe biliniyordur. 
Amed’de milletvekillerine karşı devletin sıradan memürları olan polislerce hakaret edilmesi bir taraftan hepimizi yaralamış olurken diğer taraftan da BDP’nin ne kadar öngörüsüz davrandığını göstermektedir. Mademki devlet izin vermiyor ve sana karşı aşağılayıcı bir davranış sergiliyorsa o zaman sen de ona karşı tedbirli davranacaksın. Amed halkına inisiyatif tanınmış olsaydı daha iyi bir tablonun ortaya çıkarılması gerçekleşirdi. Ama bizimkiler öyle yapmadılar, savunmasız bir şekilde kendilerini polis ve özel timlerin önüne attılar. Onlar da öyle bir avın peşinde oldukları için fırsatı kaçırmadılar. 
Gelelim Abdullah Öcalan’ın Özgürlüğüne. Herşeyden önce BDP’nin siyasetsiz pratiği sonucu ortaya çıkan Amed Mitingi gibi olaylar devletin eline koz verdiği gibi Öcalan’ın özgürlüğünü elde etmenin önünde de engel teşkil etmektedir. Eğer Sayın Öcalan bu süreçte avukatlarıyla görüşebilmiş olsaydı hiç kuşkum yok ki BDP’nin siyasetten uzak bu pratiğini elleştirecekti. Bu konuda Leyla Zana’nın pratiğine daha önem verdiğimi belirtmek istiyorum. Leyla’nın Erdoğan ile yaptığı görüşmede Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü ile ilgili taleplerini dile getirmiş olması ve iki hafta önce de AP’de katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada aynı konuyu dile getirmesi önemsenmesi gereken bir durumdur. Az da olsa siyaset araçları kulanılmıştır. Dolayısıyla eğer BDP gerçekten Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için mücadele ediyorsa o zaman halkın kendisine vermiş olduğu siyasi gücü iyi kulanarak meclisi kilitlemelidir. Amed’de yaşananları da bir koz olarak kulanıp bazı sonuçlara varmalıdır. 
Diğer bir husus da diplomasi alanıdır. Neredeyse son yıllarda BDP’yi uluslararası alanda göremiyoruz. Elbette bazı kıpırdamaları vardır, göruyoruz ve duyuyoruz, ancak 12 Haziran’da aldığı güce uygun bir diplomasiyi göremiyoruz. Öcalan’ın özgürlüğü için bu alanın da rolü büyüktür. Günlerdir Strasbourg’da Avrupa Konseyi önünde oturma eylemi yapılıyor, BDP’nin biraz akıllıca diplomasi alanında hareket etmesi bu tür eylemlerden çok fazla etkili olacaktır. Leyla Zana’nın AP’de yaptığı konuşmayı da bu anlamda önemsiyorum. 
Dost acı söyler, dolayısıyla burada yaptığım elleştiriler de o manada algılanmalı ve gereği yerine getirilmelidir. 
Ahmet DERE / 16.07.2012

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Leyla Zana-Erdoğan Görüşmesi Ardından

Hürriyet gazetesinde röportajı yayınlandıktan sonra birçok çevreden farklı farklı tepkiler alan Leyla Zana 30 Haziran günü Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan ile yaptığı görüşme yeni değerlendirmelere yol açmıştır.

Yazımın bu ilk satırlarında şunu belirteyim ki ; gerek kürt ve gerekse de türk çevrelerinden Leyla ile BDP ve PKK arasında ciddi bir çelişkinin doğmasını bekleyenlerin sayısı pek fazladır. BDP’nin bölünmesini hayal eden ve bu konuda Leyla gibi şahsiyetlerin yol açacakları negatif süreçlerle ilgili hayal kuranlar hayli fazladır etrafımızda. Leyla’nın 1 Temmuz günü TBMM’de yaptığı basın toplantısıyla Erdoğan ile yaptığı  görüşme ile ilgili dile getirdiği hususlar sözkonusu bu çevrelerin pek hoşuna gitmediğini tahmin ediyorum. Kürtlerin artık birbirine karşı kulanılabilir olmaktan çıkıp daha politik ve halkın çıkarlarını esas alan bir duruş sahibi olmaları çok önemlidir. Bu noktada bazı zayıflıklar olsa da, ne BDP, ne Leyla ve ne de PKK’nin sürecin ağırlığını hisetmeden hareket edeceklerini düşünmüyorum, umarım yanılmayacağım.
Son günlerde dolaylı olarak da olsa, Leyla’ya karşı uyarı ve elleştiri niteliğinde bazı açıklamaların yapılmasını zamansız ve aynı zamanda da anlamsız olarak değerlendiriyorum. Leyla gibi birinin BDP’ye karşı bir duruş sahibi olmakla birşey elde edemeyeceğini kendisi de biliyor olmalıdır. Yine Leyla gibi birinin BDP’den kopup AKP’ye yakın bir duruş sergilemesinde BDP’nin kaybedeceği birşeyi olamaz.
Leyla Zana’nın Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajından sonra Rudaw gazetesindeki köşemde (kürtçe) kısa bir değerlendirme yapmıştım. Aynı yazım, gazetede yayınlandıktan sonra, hem şahsi blogumda (farasinblognews) ve hemde bazı internet sitelerinde yayınlandı. Ne var ki bazı arkadaşlar bana mesajlar göndererek, kürtçe bilmediklerinden dolayı (veya az bildiklerinden) sözkonusu yazımı anlayamadıklarını bellirtiler. Dolayısıyla, özellikle Leyla-Erdoğan görüşmesinden sonra bu yazıyı kaleme alma gereğini duydum.
Herkesin malumudur ki Leyla Zana Kürt Özgürlük Mücadelesiyle şahsiyet kazanmış bir kürt kadınıdır. Türk burjuva okullarında pek okumamış olsa da- ki bu husus kompleksli bazıları tarafından negatif bir ünsür olarak görülmektedir- Leyla kendini yetiştirebilmiş, yaşadıklarından ders çıkarabilmiş ve belli bir dereceye kadar da entelektüel vizyona sahip bir kapasite kazanmıştır. Ben Leyla’yı cezaevine girmeden önce de tanıyordum, cezaevinden çıktıktan sonra da bazı platformlarda sık sık karşılaştık. Bunlardan bir tanesi de 2004 yılında Avrupa Parlamentosunda Sakharov ödülünü alırken yaptığı konuşmada « Türkiye’de işkence yoktur » dediği platformdur. Daha sonra ki süreçlerde de bir kaç kez bir araya gelmişliğimiz olmuştur.
Leyla Zana cezaevinden çıktıktan sonra (AP’nin Sakharov Ödülü sahibi olan Leyla Zana) sürekli kendisini partilerüstü bir şahsiyet olarak göstermeye gayret ettiğine tanık oldum. Gerek DTP ve daha sonra da BDP ve gerekse de DTK’nin kendisine yaptıkları görev önerilerini kabul etmeyerek daha çok bağımsız bir şahsiyet olarak kalmaya çalıştı. Leyla’nın bu yaklaşımı bazı çevrelerin pek hoşuna gitmese de kimse ona karşı negatif bir yaklaşım içerisine girmedi.
12 Haziran 2011 genel seçimlerinden önce Leyla katıldığı tüm miting ve toplantılarda BDP’den biriymiş gibi bir yaklaşım sergiledi. Hatta yer yer PKK’nin söylemlerini de dilendirerek iyi bir militan profilini çizdiğine de tanık olduk. Milletvekili seçildikten sonra, cezası olduğundan dolayı BDP üyesi olamadı ancak BDP’ye ters bir harekette de bulunmadı. Avrupa’da katıldığı bazı halk toplantılarında « Silah Kürtlerin Sigortasıdır » diyecek kadar PKK’ye yakın bir duruş sergiledi.
Leyla’nın bu zikzaklı duruşuna bir de Hürriyette yayınlanan röportajı eklenince çözümlenmesi zor bir profil ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllardan beri Leyla’yı tanıyan biri olarak onun bu istikrarsız duruşunu beğenmediğimi ve tasvip etmediğimi bellirtmek isterim. İster BDP’ye çok yakın olsun isterse de AKP’li biri gibi olsun, benim için önemli olan duruşundaki istikrardır. Ne yazık ki, özellikle çevresindeki sözde danışmanlarından aldığı perspektiflerden dolayı, Leyla bir şekilde istikrarlı bir duruşa sahip olamadı. Bu noktada iyi niyetli bazı çevrelerin elleştirilerine anlam veriyorum.
Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında söylediklerinin birçoğuna katılmakla beraber, özellikle Erdoğan’ın Kürt Sorununu çözme konusunda samimi olduğuna ilişkin söylediklerini tasvip etmiyorum. Bazı kürt çevrelerinin tepkisini çeken en önemli husus da budur. Leyla sözkonusu röportajı vermeden önce BDP’den birkaç arkadaşıyla görüş alış-verişinde bulunmuş olsaydı bu hataya düşmezdi diye düşünüyorum. Eğer Leyla o röportajı bilinçli olarak vermiş ve orada söyledikleri de maksatlı ise o zaman 22 yıldır tanıdığım Leyla’dan şüphelenmem lazım.
Bugün (1 Temmuz) Leyla’nın TBMM’de yaptığı basın toplantısını tv ekranlarında verildiği kadarıyla izledim. Leyla’nın Erdoğan ile yaptığı görüşmeye ilişkin söyledikleri Hürriyette yayınlanan röportajındaki negatif bazı hususları bertaraf ettiğini görmekle birlikte, yine dikkatimi çeken en önemli husus istikrarsız duruşu olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Leyla Türkiye Başbakanı ile görüşmeden önce BDP veya ona yakın bazılarıyla fikir alış-verişinde bulunmuştur. Belki de röportaj ile görüşme arasındaki yaklaşık on günlük bir zaman içerisinde Kürtlerden aldığı tepkileri de kısmen dikkate almış olabilir.
Kürtlerin birlik ve beraberliğini istemeyen çevrelerin en fazla üzerinde oynadıkları şahsiyetlerden biri de Leyla’dır. Bu nedenle söylem ve pratiklariyle sorumlu davranmak herşeyden önce gelmelidir. Umarim bundan sonra Leyla Zana daha dikkatli adım atar ve halkı için verdiği mücadeleyi daha sağlam bir politik zeminde yürütür. Aksi durumda kaybeden sadec kendisi olacaktır.
Ahmet DERE  /  01.07. 2012