12 Aralık 2010 Pazar

2010 Yılının Sonuna Yaklaşırken

Geride bıraktığımız 2010 yılı birçok önemli olaylara sahne oldu. Fransa Haber Ajansı fotoğrafçılarının objektiflerine takılan görüntülere baktığımda, özellikle açlığın, insan yaşamına malolan savaşların ve şiddet içeren olayların geçen bu yıla da damgasını vurduğunu görmemek mümkün değildir. Avrupa, Amerika veya gelişmiş olarak bilinen ülkelerde yaşayanların büyük bölümü 2010 yılının bu tarafını görmeyebilirler, onlara göre çok güzel bir yıl geçirilmiş, yani onların hafızalarında sıcak bir yaz mevsimi, özenle temizlenmiş plajlarda denize girme ve lüks otelerde tatil yaptıkları bir yıl olarak kaydedilmiştir. Ne varki yaşananlar toplumun salt bir kesimiyle sınırlı değildir, görülmeyen, göremediğimizin de ötesinde bir yanı vardır gerçekliğin.

Son bir aydır, Wikileaks’in yayınladığı belgelerin yarattığı geniş tartışma sahası ve sahibi Jullian Asange’ın Londra’da yakalanmasıyla gelişenler, yeni bir « savaş » sürecinin ilk adımıdır. Siber Savaş olarak da adlandırılan bu yeni süreç, beraberinde yeni kürsel çatışmaların ilk adımı olarak görmek de mümkündür. Bu yeni süreçle birlikte global egemenliğin niteliği ve çehresi de değişecektir. 2011 yılı, bu konuda bellirleyici olacaktır.

Ortadoğu’da, veya özellikle de Türkiye ve Kürdistan’da yaşayanlar ve bu bölgeyle yakından alakalı olanlar açısından 2010 yılına baktığımızda ise, « olumlu » ve olumsuz birçok durumun içiçe yaşandığını görebiliriz. Bu bölgede yaşanan acıları az da olsa hisedenlerin gözüyle 2010 yılını okuduğumuzda, ne yazıkki insana moral verebilecek pek ciddi bir şey yaşanmamıştır. Daha önceki yıllarda olduğu gibi, bu yılda da Ortadoğu’da şiddet olayları toplumu meşgul eden başlıca husus olmuştur. Uluslararası güçlerin bu bölge üzerindeki çıkar hesaplarının geliştirilmesi ve onlara yeni halkaların eklenmesi tüm hızıyla devam etmiştir. Son bir aydır medyada genişçe tartışılan Wikileaks’in yayınladığı belgelerinde de bunları görmek mümkündür.

Gerek Dünya’da gerekse de Ortadoğu’da yaşanan bu gerçekliğe paralel olarak, Türkiye’deki Kürt Sorunu konusunda da benzer bir durum söz konusu olmuştur. Yılın ilk aylarında, AKP’nin « Demokratik Açılım » olarak adlandırdığı projenin bir parçası veya sonucu olarak Barış Gruplarının Kandil ve Maxmur’dan gelmesi belli bir « olumlu » hava yaratmış olsa da, daha sonraki süreçte görüldüki AKP hükümeti salt kendi çıkarlarının açılımını yapmaktadır. Erdoğan Hükümetinin Kürt Sorunu üzerinden yaptığı hesapları az da olsa tutmuş ve 12 Eylül günü yapılan Anayasa Referandumu sonucunda da meyveleri alınmıştır. BDP öncülüğünde gösterilen çabalar belli bir sonuç almış olsa da, Kürdistan’daki genel tabloya baktığımızda AKP’nin amacına ulşatığını söyemek gerekiyor. 2011 yılında yapılacak genel seçimlerin ön hazırlığı niteliğinde bir tablonun giderek belirginleştiğini de burada belirtmek lazım. Dolayısıyla, özellikle bu noktadan hareketle, Kürtler açısından çıkarılması gereken önemli dersler vardır.

Türkiye geneli ve Kürtler açısından, 2010 yılına damgasını vuran önemli hususlardan bir tanesi de, hatta en önemlisi, KCK’nin 13 Ağustos tarihinde ilan ettiği eylemsizlik süreci olduğunu belirtmek gerekiyor. 15 Ağustos 1984 tarihinden beri devam eden Silahlı Kürt Özgürlük Mücadelesi, 13 Ağustos ile birlikte yeni bir evreye girmiş, silahların devreden çıkarılmasına ilişkin ciddi bir kararlılık ortaya çıkmıştır. Gerek Sayın Öcalan, gerekse de KCK yönetimi bu noktada beyanlar vermiş, türk devleti tarafından da benzer bir yaklaşımın ve kararlılığın gösterilmesini istemişlerdir. Yine, hem kürt ve hem de türk kamuoyu nezdinde de silahların devreden çıkarılmasına ilişkin önemli ve sağduyulu bir eğilim ortaya çıkmıştır.

Kürt Özgürlük Mücadelesinde silahların devre dışı bırakılmasına ilişkin ortaya çıkan olumlu hava, ne yazıkki AKP ve türk devleti içerisindeki derin bazı güçler ile savaştan çıkar sağlayan « sivil » kürt ve türk çevreleri tarafından suistimal edilmiştir. Hatta, bu tartışmaların geliştirildiği süreçte, bazıları kendi sorumluluk alanı dışına çıkarak adeta kendilerine yeni misyonlar biçmeye kadar « cesaretli » davranmaya çabalamışlardır. Durumun böyle bir hal alması, süreç bir anlamda « baltalanmış » olup, hem KCK ve hemde devlet içerisindeki « olumlu » yaklaşım sahibi olanları yeni bir değerlendirme yapmaya zorlamıştır. Maalesef, mevcut durumda bir durağanlık ve hatta ciddi bir belirsizlik hakim olmuştur. Böyle bir tablo karşısında, 2011 yılında « iyi şeyler olacak » diyecek kadar iyimser olmak da zor oluyor.

Yukarıda yazdıklarımdan çok kötümser bir hava hisedilmemelidir. 2010 yılında insanlık için çok değerli bir mücadelenin yürütüldüğünü de görmek gerekiyor. Gerek Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da, gerekse de genel olarak Dünya’da milyonlarca insan barış, demokrasi, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik talepleriyle mücadele etmiştir. Dünya’ya kendi çıkarlarına göre düzen vermeye çalışan Küresel Hegemonistlere karşı, ciddi bir Küreselleşme Karşıtı ordu da yaratılmıştır. 2011 yılının bu anlamda da önemli 365 güne sahiplik edeceğini şimdiden görebiliriz.

* * *
Dün Ahmet Kaya’nın 10. ölüm yıl dönümüydü. Eşi Gülten Kaya’nın organizesini bizzat yaptığı ve ''An Gelir-Onsuz 10 Yıl'' adıyla anma gecesi Istanbul’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında yapıldı. Burada değerli Ahmet Kaya’yı anarken, şunu da hatırlatmadan geçemiyeceğim; 10 yıl önce Ahmet Kaya’nın sürgüne gitmesine sebep olan çatal ve kaşıklı saldırının yapıldığı gece orada bulunup ses çıkarmayan “kürt“ ve kendine « demokratım » diyen türk sanatçılar ne hisediyorlar acaba ?. Eğer onlarda azıcık vijdan varsa, bunun telafisini yapmak için Ahmet Kaya’nın klibini çekmek istediği dilin özgürce konuşulması için mücadele etsinler yeter. Burada özellikle Mahsun Kırmızıgül ve Ibrahim Tatlises’in ismini de vermek istiyorum.

Ahmet DERE

25 Kasım 2010 Perşembe

CHP ile itifak

Son günlerde BDP-CHP itifağı konuşulmaktadır. BDP’nin bu konuda yapmış olduğu açıklamalara bakıldığında, özellikle 2011 seçimlerinde CHP ile itifak yapılmasına sıcak bakıldığı görülmektedir. Ancak aynı yaklaşımın CHP tarafından gösterildiğini söyleyemeyiz, bazı yöneticileri tarafından dolaylı olarak olumlu sözler sarfedilirken (Gürsel Tekin gibileri), yer yer de BDP’yi suçlayıcı ve küçük düşürücü beyanlar kendi milletvekilleri ve yöneticileri tarafından ifade edilmektedir. Bu tartışmaların nereye kadar gideceğini, nasıl bir sonuç vereceğini bilemiyoruz. Önümüzdeki aylarda her iki partinin de pozisyonları netleşecek, netleşmek zorundadır.

Deniz Baykal ile ilgili ortaya çıkarılan kaset olayı derin devletin bir planı olduğu, bununla CHP’ye belli bir çeki-düzen verilmek amaçlandığını hatırlatmakta fayda vardır. Deniz Baykal başkanlığındaki CHP rolünü oynayamadığı nedeniyle böylesi bir operasyona tabi tutulmuştur. Eğer bu gerçeklik söz konusu olmamış olsaydı, Deniz Baykal’ın kişisel zaafiyeti daha nice yıllar gizli kalabilirdi. Türkiye kamuoyu ve özellikle de CHP tabanı bu gerçekliğin bilincinde olduğu için yaşananları hemen kabulendi ve Baykal’ı arka sıralara kaydırdı. Dolayısıyla, yaşanan söz konusu süreçten sonra CHP kendi esas rolünü daha dikkatli ve planlı bir şekilde yerine getirmek zorundadır.

Kılıçdaroğlu gibi birinin CHP’nin başına getirilmesini sadece geçici bir sürecin ihtiyaçlarına cevap verme amaçlı olduğunu hep söylemişimdir. Zira, Cumhuriyet tarihinde önemli bir yeri olan, kemalizmin daimi savunuculuğunu yapan bir partinin başına, Kılıçdaroğlu gibi birinin uzun süre kalması ve bu parti üzerine düşen temel misyonu yerine getirmesi oldukça zor görülmektedir. AKP’nin sivri bazı yaklaşımlarının engelenmesi, kemalizmin temel ilkelerine ters düşen gidişata belli bir müdahalenin yapılması, bu ara sürecin bir görevidir. Işte « Kürt kökenli » Kılıçdaroğlu’na düşen görev, bunu yerine getirmektir.

CHP tarihi boyunca, tüm yapılanması üzerinde egemen olan zihniyet halen de bu partinin temel yönetsel felsefesi üzerinde etkindir. CHP’nin yeni yönetimi açısından temel sorun zihniyetle ilgili olarak görülmemektedir, onun için önemli olan bazı rötüşler yapmakla oy potansiyelinin sıfıra düştüğü bölgelerde yeniden güç toplamaktır. Şüphesiz Kürdistan CHP açısından ilk elden kazanılması gereken bir hedef bölge konumundadır. BDP ile itifak tartışmaları başladığı geçen haftadan beri CHP’nin katı milliyetçi-kemalist tabanı ve bazı yöneticileri tepki gösterince, Kılıçdaroğlu tarafından itifak arayışları veya arzuları konusunda yalanlama geldi. Aynı Kılıçdaroğlu, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’dan özür dilemesi gerekirken, Paris’te şov yaparak Pere Lachaise üzerinden Kürtleri kandırmaya çalışmaktadır.

Yukarıda yazdıklarımın sebebi şudur ; özellikle biz Kürtlerin bu süreçte CHP’ye yaklaşımda çok dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorüm. Gerek BDP gerekse de diğer Kürt Parti ve Kurumlarının çok duyarlı olmaları, CHP’nin Kürdistan’da taban bulmasına onayak olmamaları önem arzetmektedir. Siyasette taktiksel adımlar atılabilir, her konuda hemfikir olmadığın partilerle, kurumlarla biraraya gelinebilir, itifak yapılabilir, ancak bunlar yapılırken, herşeyden önce kısa, orta ve uzun vadeli çıkarların çok iyi hesaplanarak adım atılmalıdır. Aksi halde, önü kolay kolay alınmayacak, telafisi çok uzun süreleri alabilen, kayıpları büyük olan hatalar yapılır.

Bana göre, CHP ile itifak yapma yerine, onun gerçek yüzünün açığa çıkartılarak kitleler nezdinde deşifre edilmesi daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Son 20 yıldır Kürt Sorununun çözümü konusunda yapılan tartışmalarda, hükümetlerden daha fazla CHP’nin engel olduğu bilinmektedir. Eğer Kılıçdaroğlu CHP’yi değişime tabi tutuyorsa, herşeyden önce, genel başkanı olduğu partinin geçmişteki bu hatalarına değinmesi ve bu nedenle Kürtlerden özür dilemesi gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun özellikle « Kürt ve Alevi » kimliğini öne çıkararak, hem Kürtlerin ve hem de Alevilerin oylarını almaya çalışmasına engel olmak herkesin, özellikle de BDP’nin görevidir.

Sellahatin Demirtaş’ın dikkat çektiği, Italya’daki Zeytin Dalı bloğu, HAKPAR, KADEP, EMEP, SDP, EDP, HAS Parti ve hatta Saadet gibi partiler ve Sivil Toplum Örgütleriyle yapılırsa daha önemli olup sağlam bir sonuç yaratabileceğini düşünüyorum.

Ahmet DERE
Gazeteci / Yazar
25.11.2011

22 Ekim 2010 Cuma

Türkiye Gündemi

Türkiye, gündemi sürekli belli çevreler tarafından tayin edilen ve genelde de tali sorunların ön planda tartışıldığı bir ülke olma özgünlüğünü terk etmemeye gayret eden bir ülkedir. Ortadoğu’nun en güçlü sayılan devletlerden biri olmakla beraber, bir türlü siyaset mekanizmasına prestij sağlayamayan, her kafadan bir sesin çıktığı bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, Türkiye’de tartışılan gündem de dağınık ve muğlak bir muhtevaya sahiptir. Böylesi bir ülkenin yönetim erki ve çözüm gücü de net olamamakta, derin güçlerin hakimiyeti alenen hisedilmektedir. Bugünlerde gündemi meşgül eden hükümet-muhalefet-yargı + çıkar gurupları + halk kitleleri bağlamındaki tartışmalar, söz konusu bu ülkenin gerçekliğinin aynasıdır.

Bildiğimiz Türkiye’nin en derin ve çözümü kaçınılmaz olarak görülmesi gereken yara olan Kürt Sorunu, yukarıda bellirtiğim biçimde, tali ve hatta sunni diyebileceğimiz problemlerin gölgesinde tutulmaya, adeta gayret edilmektedir. Son iki yıldır Kürt Sorunu bağlamında, demokrat ve duyarlı çevreler tarafından kanayan bir yara olarak görülen KCK davası Diyarbakır’da devam etmektedir. Benim de ismim geçtigi söz konusu davanın duruşmaları devam ederken, turban tartışmaları bir anda ülkenin gündeminin merkezine oturtuldu. Iktidarı, muhalefeti, yargı kurumları ve en fazla da basın ve yayın organları, sırtını temel sorunlara, yönünü ise bu tartışma konusuna çevirmiş durumdadırlar. Ne zamana kadar bu halin devam edeceği ise belli değildir.

13 Ağustos tarihinden beri KCK’nin ilan ettiği eylemsizlik süreci devam etmektedir. KCK yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa, söz konusu eylemsizlik sürecinin daha fazla sürmesinin pek anlamı olmamaktadır. Dolayısıyla, Ekim ayının sonunda yeni bir kararın çıkması büyük bir ihtimal dahilindedir. Eğer KCK eylemsizlik sürecini sonlandırıp, tekrar bir çatışma süreci –ki Türk ordusunun yaptığı operasyonalarla bu süreç tek taraflı olarak sürmektedir- başlarsa, ne yazıkki çözümden yana verilen tüm çabalar heba edilmiş olacaktır. Bu yıl yakalanan olumlu atmosferin tekrardan yaratılması çok zor olacaktır. Kürt halkı zaten türk devletine karşı güvensizdir, gerek eylemsizlik sürecinde yapılan operasyonlar ve gerilla kayıpları, gerekse de KCK operasyonları olarak bilinen gece baskınları sonucu yaşanan tutuklamalar söz konusu güvensizliği daha da pekiştirmiştir. Eğer, Diyarbakır’da görülen KCK davası da cezalarla sonuçlanırsa, ister PKK’ye yakın olan Kürtlerde olsun isterse de kendini tarafsız veya başka kürt örgütlerine mensup gören Kürtlerdeki güvensizlik daha da derinleşecektir.

Türkiye’deki siyasi tabloya bakılırsa, ne yazıkki, önümüzdeki sürece ilişkin iyimser olmak için hiçbir neden bulunmamaktadır. 2011 yılında yapılacak genel seçimlerin hesapları şimdiden yapılmaktadır. Son 8 yıldır AKP’nin mitinglerinde havaya atılan sloganlar, bu seçim mitinglerinde de tekrarlanacaktır. AKP’nin sadece sözde kalan söylemlerine alkış tutmaya sürekli hazır olan « Kürtler » yine miting alanlarında şakşakçılık yapacaklardır. Gandili CHP de AKP’yi taklit edip, yok olmayla yüz yüze kaldığı Kürdistan’da, sunni vaatlerle oy avcılığını yapacaktır. Kürtler eski Kürtler olmadıkları için, son referandumda olduğu gibi, ne AKP, ne de CHP istedikleri sonucu elde etmelerini düşünmek saflık olur. Ancak, bu durum Kürt Sorununu da çözmeyecek, tam tersine derinleşen yaraya tuz basacaktır.

Sonuç itibariyle, her ne kadar Ergenekon davası olarak bilinen Silivri duruşmalarında Derin Devlet yargılanıyor biçiminde bir hava yaratılmış olsa da, esas olarak Türkiye Gündemi yine bu Derin Guruhun denetiminde gelişmiş olduğuna tanık olmuş olacağız.

Yazık, kaybedenler yine Türkiye olacak, yine barış ve demokrasi isteyen ve onun için çaba sarf edenler olacaktır.

Ahmet DERE / 22.10.2010

Çözüme Doğru

Ayrılma Hakı ve Kürtler

İnegöl ve Dörtyol Olayları

Barışı Istemek

Wikipedia -Ahmet DERE-

Kılıçdaroğlu ve CHP

20 yıl Öncesinden Bugüne

Kürtler ve Yazarları

Ahmet DERE'nin dördüncü kitabı Fransızca çıktı

AB’nin Yapmak Istediği Nedir ?

AP Raporu ve Kürtler -Ahmet DERE-

Düşünce Özgürlüğü

Kürt Aydını Üzerine

Yeni Çıktı

2009 yılı geride kalırken « Demokratîk Açılım »

Eşitlik İlkesi ve DTP Sonrası

Uluslararası PEN Başkanı Eugene Schoulgin "DTP'nin kapatılmasından dolayı kendimi yaralı hisediyorum"

AP'de DTP'nin Kapatılmasına Karşı Tepki

Hakim Türk Zihniyeti

Hapishanelerdeki şartlar iyileştirilmeli

AB-Türkiye Sürecinde Samimiyet Sorunu

AP’de Türkiye ile ilgili eski uslüpte ısrar devam ediyor

Avrupa Parlamentosunda AB Genişleme Süreci Tartışılıyor

Konjonktür Çözümü Dayatmaktadır

Barışa Yolculuk

Türkiye Önemli bir Kavşakta Bulunuyor

Çözümde Muhatap Gerçekliği

Sancılı bir Süreçten Geçiyoruz

Açılımda Aşılmamı Yaşanıyor ?

25 Eylül 2010 Cumartesi

Çözüme Doğru

Anayasa referandumu öncesinde başlayan « olumlu » süreç, yavaş yavaş kendi mecrasında ilerlemektedir. Gerek türk ve kürt bazı art niyetli çevrelerin, gerekse de dış güçlerin negatif yaklaşımlarına rağmen, sağduyunun hakim olmaya özen gösterilen bir sürece girmeye yakın olduğumuzu görmek sevindiricidir. Uzun yıllardır bu mücadelede emek veren biri olarak, gelinen noktayı olumlu karşılamakla beraber, fazla hayalperest olmamak gerektiğinin de bilincindeyim. Bu mücadelede, samimi olarak emek vermiş, bedel ödemiş olan herkes açısından bu geçerlidir diye düşünüyorum.

13 Ağustos tarihinde, KCK’nin ilan ettiği eylemsizlik süreci doğru atılan bir adım olmakla birlikte, geçen süreçlerde atılan benzer tüm adımlardan da farklı pozitif bir atmosfer yaratmıştır. Ilk kez, « diyalog » ve « çözüm » kavramları samimi olarak görebildiğimiz bir şekilde, Türkiye’deki geniş çevreler tarafından tartışılmıştır. Kürt cenahından bazılarının pek beğenmediği çevreler olsalar da, ilk defa Kürt Sivil Toplum Örgütleri (STO) « merkezi » diye niteleyebileceğim bir pozisyon aldılar. Geçmişe baktığımızda, Kürt STO’lar, ya devletin hizmetinde olmuşlar yada, kimsenin suyuna, sabununa dokunmayan bir yerde durmuşlardır. Son süreçte, bu örgütlerin durdukları yer, BDP tarafından pek beğenilmese de, aslında hem kürt ve hem de türk kamuoyunun benimseyebildikleri bir noktada olduğunu belirtmek gerekiyor. Umarım önümüzdeki süreçte, Kürt STO’lar daha aktif ve çözümleyici bir rol oynayacaklardır. Zira, değişen dünya konjonktüründe de STO’ların önemi daha fazla öne çıkmakta, toplumsal sorunlara karşı sorumlulukları daha fazla artmaktadır.

KCK’nin eylemsizlik kararı kadar, onun uzatılmasıyla ilgili gösterilen yaklaşım da önem arzetmektedir. Kimi çevrelerin provakatif amaçlı çabalarına rağmen, KCK’nin sürece olan yaklaşımında oldukça sağduyunun hakim olduğunu görmek lazım. Buna paralel olarak, gerek türk devletinin, gerekse de hükümet partisi olarak AKP’nin de bu süreçte asgari bir hasasiyet gösterdiklerini takip ediyoruz. Son olarak BDP ile AKP arasında yapılan görüşme, bu yaklaşımın bir parçası ve aynı zamanda da « olumlu » olarak gördüğümüz sürecin başlangıcıdır.

Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında, özellikle kürt sorunuyla ilgili olarak, olumlu gelişmelerin zemini her yakalandığında, bir yerlerden emir verilerek sürecin seyri değiştirildiğini biliyoruz. Yakalanan atmosfere bakılırsa, böyle bir tehlikenin bugün de varolduğunu görmek durumundayız. Dolayısıyla, özellikle çözümden yana olup da emek sahibi olan çevreler açısından, en fazla dikkat gerektiren bir süreçten geçiyoruz. Son bir aydır yaşananlara bakıldığında, sağduyu ile provakatif amaçlı çabalar atbaşı gitmektedir.

15 Şubat 1999 tarihinden beri, Imralı adasında sayın Öcalan ile devletin çeşitli kademelerinden olan yetkililerle belli bir diyaloğun olduğu bir gerçektir, ancak onlar çok rutin bir muhtevaya sahip olan görüşmeler olduğunu da bilmekte fayda vardır. Bu nedenle, şimdiye kadar kürt tarafı söz konusu diyaloğu « olması arzulanan ve çözüme dönük » bir temas olarak görmedi. Fakat, Ağustos ayından bu yana bu noktada belli bir gelişme olduğu, bizzat sayın Öcalan’ın açıklamalarından da anlamaktayız. Türk devleti de bu gerçekliği redetmemiş, endirekt olarak doğrulamıştır. Içinde bulunduğumuz sürecin, belki de en fazla sağduyuyu müjdeleyen hususlardan bir tanesidir bu.

Geçmiş tarihimize pek uzanmadan, sadece son 30 yılki geçmişimize baktığımızda, Kürdistan’da çok acıllar yaşanmıştır. Bu acıların tek sebebi, Osmanlı’dan beri Kürtlere karşı uygulanan inkar ve Cumhuriyetten sonra da imha politikaları olduğunu, artık herkes kabul etmektedir. Son 30 yıl içerisinde açılan toplumsal yaraların kolay kolay iyileşmeyeceğini bilmekle beraber, daha fazla da acıların yaşanması, ne kürt halkının, ne de başka halkların yararına olmayacaktır. Dolayısıyla, sürecin olumlu yöne doğru evrilmesi, yaşanan savaş ve acıların son bulması, coğrafyamızda yaşayan herkesin çıkarına olacaktır.

Yukarıda yazdıklarım, sadece temeni niteliğinde değildir, son 20 yıldır süreci yakından takip eden biri olarak, bugün yaşananları önemli gelişmeler olarak görüyorum. Bundan 10 yıl öncesine kadar da, bazılarımızın hayalleri farklı olabilir, geleceği çok değişik renklerle tasavur edenler olabiliriz, ancak sağlıklı bir gözle etrafımıza bakıp, dünyanın genel gidişatının nereye doğru evrildiğine gözattığımızda, bazı konularda taviz verme pahasına da olsa, çözümden başka bir seçeneğin bulunmadığını tekrarlamak istiyorum.

Umarım sürecin önünde engel teşkil edenler bertaraf edilir, geç de olsa Türkiye ve Kürdistan’a barış ve kardeşlik duyguları yeşerecektir. Aksi halde, ve ne yazıkki, daha nice acıların yaşanmasına tanık oluruz.

Ahmet DERE / 25.09.2010

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ayrılma Hakı ve Kürtler

Bir süreden beridir Kürtlerin Türkiye’den ayrılıp ayrılamayacakları veya ayrılmak isteyip istemeyecekleri konusunda yazılar yazılmakta, tartışmalar yürütülmektedir. Tartışılarak, kafalardaki soru işaretlerine cevap bulmak, çağdas bir metod ve yaklaşımdır. Ancak, bu tatışmalara katılan kürt ve türklerden bazı kesimler, bilinçli olarak « Kürtlerin, Türkiye’den ayrılma hakı » konusunu çarpıtmaktadırlar.

Gerek kürtlerin vermiş oldukları mücadeleyle ulaştıkları bilinç ve cesaret düzeyi, gerekse de değişen dünya ve bölge koşulları ile birlikte, Türkiye’de yaşanan gelişmeleri dikkate alırsak, şimdiye kadar tabu olarak görülen gerçekliklerin, artık alenen tartışılmasında fayda vardır. Bu, sadece kürtler açısından değil, Türkiye açısından da kaçınılmaz bir ihtiyaçtır diye düşünüyorum. Ancak, bu noktada doğru tespitlerde bulunmak için, herşeyden önce, sağlıklı bir tarihi bilince ve onunla birlikte, günümüzdeki dünya ve bölge konjonktürünü de iyi anlamak gerekmektedir.

Evela şunu belirterek konuya girmekte fayda vardır ; evrensel özgürlükler bağlamında düşünüldüğünde, her halk ayrı yaşama hakına sahip olduğu gibi, kürtler de, herhangi bir yabancı devlete bağlı olmaksızın, kendi öz iradeleriyle, devlet kurma ve ayrı yaşama hakına sahiptirler. 20. yüzyılın başında, ulus-devletlerin geliştiği bir dönemde, eğer kürtler örgütlü olmuş olsalardı, TC’nin kurulduğu aynı yıllarda, ayrı bir devlet kurabilir ve bugün BM’ye üye bir Kürdistan olacak idi. Ne yazıkki, çok geçmişlerde olduğu gibi, bundan 100 yıl önceki dönemde de, kürtler kendi aralarında parçalı bir duruşa sahip olmakla beraber, aynı zamanda farklı güçlerin de etkisinde oldukları nedeniyle, söz konusu tarihi momenti değerlendirememişlerdir.

Hepimiz biliyoruz ki, 1071 Malazgirt muharebesinin başarısında, kürtlerin Doğu Bizans Imparatorluğuna karşı verdikleri savaş bellirleyici olmuştur. Türklerin Anadoluya geçişine de kürtler yol açmışlardır. Osmanlı Imparatorluğunun gelişmesinde ve Ortadoğuya yayılmasında da kürtlerin rolü yadsınamaz. Halen de Ortadoğuda namı saygıyla anılan Sellahatînî Eyûbî gerçekliği sadece bir örnektir.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda da kürtlerin önemli bir rolü olmuştur. 1940 yıllarına kadar kürt halkı sık sık isyan etmiş ve bu isyanlar ordu tarafından bastırılmış olsalar da, TC’nin gelişmesinde, kurumlaşmasında kürtlerin rolü belirleyici olmuştur. 1940’lardan sonra ise, özel politikalarla, kürt işgücü batıya çekilmiş, böylece ucuz işgücüyle Türkiye’nin metrepolleri inşa edilmiş, azımsanmayacak düzeyde ekonomik güç sağlanmıştır. Bu süreç zarfında Kürdistan’da herhangi bir ekonomik yatırım yapılmadığı gibi, Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları da batıya çekilerek, yoksullaştırılmıştır.

1970’lerden sonra ise, Kürdistan’da yaşanan mücadele bahane gösterilerek, devlet özel politikalar geliştirmiş, bunun neticesinde ise, Türkiye’nin içanadolu ve batı kentlerinde önemli oranda bir kürt potansiyeli oluşmuştur. Bu gerçekliğe paralel olarak, devletin uyguladığı asimilasyon politikalarının da etkisiyle, Kürdistan kültürel ve sosyal olarak erozyona uğratılmış, böylece kürtlerin Türkiye’ye zorunlu entegrasyonu « sağlanmıştır. » Dolayısıyla, gelinen aşamada, ne kürtlerin Türkiye’den ayrılması mümkün, ne de türklerin Kürdistan’dan kopması olanaklıdır. Gönlümde kalıcı bir biçimde, bağımsız, birleşik ve demokratik bir Kürdistan sevgisi yer edinmiş olmasına rağmen, bu gerçekliği dile getirmek durumundayım.

1990’lardan başlayarak günümüze dek yaşanan gelişmeler, Güney Kürdistan’da bağımsız bir devleti ilan etme koşullarını geliştirmiştir. Yürtsever olan her kürt buna sevinir ve elinden geldiğince destekler. Şüphesiz oradaki gelişmeler hepimizi heyecanlandırır, bazı hayalerimize cevap olur. Ancak, yaşanan konjonktürel gerçeklik ve Kuzey Batı kürtlerin objektif durumu, kürtlerin Türkiye’den ayrılıp Güney Kürdistan ile birleşmesini yaşanabilir bir gerçeklik haline getiremez. Buna rağmen, varolan egemen devletlerin tüm engellemelerine karşın, dünyada ve bölgede yaşanacak olan demokratik gelişmeler, günün birinde Kürdistan parçaları arasındaki sınırları kaldıracak, birçok konuda ortak bir yaşamın gelişmesinin önünü açacaktır, bu konuda hiçbir şüphem yotur.

Bu genel çerçeveden olaya bakılırsa, o zaman şöyle demek daha doğru olacaktır ; kürtlerin Türkiye’den ayrılma hakı vardır, ancak, yaşanmış olan tarihi gerçeklikler ve bugün içinde bulunduğumuz objektif durum dikkate alınırsa, kürtlerin Türkiye’den ayrılma koşulları bulunmamaktadır, tam tersine, batıda bulunan ve sayısı 10 milyonu aşan kürtler, oradaki emeğine sahip çıkmalıdırlar. Bu da, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve kürtlerin bir halk olarak tüm haklarının anayasal güvence altına alınmasından geçer. Son günlerde tartışılan ve kimi çevreler tarafından düşmanca bir talep olarak görülen Demokratik Özerklik, söz konusu bu aşamaya varmanın ilk basamağı olabilmektedir. Bu nedenle, kürtlerin Türkiye’den ayrılma sorunundan ziyade, Türkiye ve Kürdistan bölgelerinin, ortak, çağdaş ve modern bir yönetim sistemine kavuşturulması sorunu tartısılmalıdır. Eğer böylesi bir gelişme yaşanırsa, o zaman rahatlıkla diyebiliriz ki, Türkiye ve Kuzey Kürdistan, hem kürtlerin ve hemde türklerindir. Bu espriyle olaya yaklaşılırsa, yaşanacak olan gelişmeler, sadece kürt ve türkler için değil, aynı zamanda bu coğrafyada yaşayan tüm halkların çıkarına olacaktır.

PKK’nin 13 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında ilan ettiği ateşkese asgari bir doğru yaklaşım gösterilirse, yakın bir zamanda, bir grup gerilanın, silahlarıyla birlikte BM’ye « teslim » olmasının koşullarını da yaratacaktır. Dolayısıyla, bu süreç beraberinde yepyeni bir durumu da ortaya çıkaracaktır. O zaman bizim « Kürtlerin Türkiye’den ayrılma hakı » diye bir konuyu da tartışmamızın pek anlamı kalmayacaktır.

Ahmet DERE / 15.08.2010

30 Temmuz 2010 Cuma

İnegöl ve Dörtyol Olayları

Son günlerde yaşanan olaylar, yeni bir sürecin başlangıcı gibi bir izlenim vermektedir. Kürdistan’da yaşanan savaşa paralel olarak, Kürtlerin yoğun oldukları bazı batı illerinde « karanlık » güçler tarafından yeni senaryolar hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Eğer devlet yetkilileri gereken duyarlılığı göstermezlerse, bu atmosfer yeni ve tehlikeli bir sürecin başlangıcı olacaktır.
Geçen haftadan beri İnegöl ve Dörtyol ilçelerinde yaşanan olaylar, sıradan provakatörlerin yaratabilecekleri bir durum değildir. Daha önce de benzer bazı olayların yaşandığına tanık olmuştuk, fakat yaşanan son durum, Türkiye’nin içinde bulunduğu savaş atmosferi ve siyasi kaos dikkate alındığında, olağanüstü bir muhtevaya sahip olduğunu belirtmek gerekiyor. Hükümet kaynakları, İnegöl’deki olayları basit bir kavganın yolaçtığı bir karışıklık olarak gösterseler de, olayın gerçek yüzünün bir Kürt-Türk çatışması olduğunu gizliyemez. Bu çatışmanın senaryosu ise, bizzat AKP’ye yakın çevrelerin gizli emelleri tarafından yapılmaktadır.

Hatay’ın Dörtyol ilçesinde dört polisin vurulmasından sonra yaşanan gerilimde MHP’li belediye başkanının rolü olduğunu kimse inkar edemez. Ancak, Kürtlerin ev ve işyerlerine yapılan saldırılara karşı, polis ve jandarmanın gereken tedbiri almamasının arkasında hükümetin olmadığına hiç kimse inanmaz. Dolayısıyla, annayasa referandumundan önce, AKP çok çirkin ve tehlikeli bir yaklaşım içerisindedir. Bu tehlikeli yaklaşımıyla, yani Kürtlere karşı kirli savaşı geliştirmekle, 12 Eylül’den önce, hem CHP ve hem de MHP tabanına mesaj vermektedir.

2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP, sürekli çelişkilerden ve kaotik durumlardan beslenmektedir. Iktidarının ikinci döneminde tamamen derin devlet ile uzlaşan bu iktidar partisi, üçüncü bir dönem için Kürtleri kurban olarak seçmiştir. Durum öyle gösteriyorki, 2011 yılına kadar AKP tamamen özel ve kirli savaşa endeksli olarak siyaset yapacaktır. Bir taraftan beyaz Kürtlere göz kırparken, diğer taraftan da, özgürlükçü ve onurlu Kürtlere karşı imhaya dayalı bir strateji izlemektedir. Bu gidişatın sonucu Türkiye’ye zarardan başka birşey getirmiyeceği aşikar olmakla birlikte, AKP için ise faydalı olup olmayacağını zaman gösterecektir.

Kürdistan’da gelişen gerilla savaşı ve ona yönelik ordunun imha amaçlı opersayonları ile, son haftalarda yaşanan Kürt-Türk çatışması giderek toplumsal bir ayrışmayı da beraberinde getirmektedir. Henüz Kürtler’in gündeminde olmayan ayrılma hususu, yavaş yavaş tartışılmaya başlanacaktır. Eğer genel olarak ciddi bir sağduyu Türkiye’de hakim olmaz ve geliştirilen bu tehlikeli süreç böyle devam ederse, Kürtlerde henüz arzu edilmeyen ayrılma konusu ciddi bir şekilde gündeme alınacaktır. Böyle bir düzeyin gelişmesi durumunda, kimsenin Kürtleri suçlu görme hakı yoktur.

İnegöl ve Dörtyol olayları çok önemli bir şekilde kaale alınmalıdır. Kimsenin bu olayları küçümseme, veya sıradan provakatörlerin işi olarak görme zaafı yaşama hakı yoktur. Durum ciddidir, ciddiye alınmalıdır. Aksi halde, önümüzdeki günlerde Kürdistan’da bulunan Türklerin iş ve evlerinin saldırıya uğramasını ve giderek aktif bir iç savaşın yaşanmasını kimse önleyemez. BDP yetkililerinin de yaptıkları uyarı gibi, şimdiden Kürtlerin kendi güvenlik önlemlerini almaları kaçınılmaz hale gelmiştir. Bugün, (29.07.2010) türk televizyonlarında izlediğimiz, Dörtyol’daki ırkçı ve faşitlerin sırtını sıvazlayan, gözlerinden öpen Emniyet müdüründen hiçbir kürt kendi güvenliğinin sağlanmasını düşünmemelidir.

Ahmet DERE / 29.07.2010

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Barışı Istemek

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürt Sorunu sürekli kanayan bir yara olma konumunu koruyagelmiştir. Bazıları, bu sorunun sadece 30 yıldan beri varolduğunu söyleseler de, yaşanan tarihsel gerçeklikleri değiştiremezler.
Türkiye jeopolitik konumu itibariyle çok hasas bir bölgede bulunup, dış güçlerin oyununa açık olmasına rağmen, kendi içindeki kanayan yarayı doğru tahlil edememiştir. Devletin bu yaklaşımı 87 yıldır sürekli Cumhuriyet ile halk arasında derin uçurumların varolmasına sebebiyet vermiştir. Adı Cumhuriyet olsa da, Türkiye’deki yönetim aygıtı ile halk arasında hiçbir zaman uyum sağlanamamıştır. Bu uyumsuzluk salt Kürtler ile devlet arasında değil, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan tüm halklar açısından da geçerlidir.

Bir Haziran’dan bu yana giderek şiddetlenen çatışmalar, Kürt Sorunu eksenindeki tartışmaları biraz daha fazla yoğunlaştırmıştır. Kürt Sorunu ile ilgili, şimdiye kadar inkarcı yaklaşanlar bile bazı gerçeklikleri dilendirmeye başlamışlar. Yapılan tartışmalara bakıldığında, sanki yeni bir durum yaşanıyormuş gibi bir kanıya kapılıyor insan. Halbuki bu sorun (eğer Osmanlı doneminde yaşananları hesaba katmazsak), 87 yıldır sürekli kanayan bir yaradır ve son 20 yıldır da aynı tartışmaların eksenindedir.

Gerek türk, gerekse de kürt çevreler tarafından bugünlerde sık sık « barış » sözcüğü dilendirilmektedir. Barışın istenmesi bir anlamda yaşanan bir savaşın da kabulu anlamına gelmektedir, ancak bu noktada henüz ciddi bir tutuculuğun hakim olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ne varki, 30 yıldır ordu ile gerilla arasında kesintisiz bir çatışma yaşanmasına, on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve yüzbinlerce insanın maddi ve manevi zararı olmasına rağmen, türk devletinin yanlış teşhis politikasından dolayı savaşın varlığı kabul edilmemektedir. Bu çizgi hakim olduğu müddetçe, kimse kusura bakmasın, ne barış gelir, ne de bu savaşın önu alınır.

Neden savaş gerçekliğinin kabulu önemlidir ?.

Herşeyden önce yaşanan savaş bir sorunun sonucudur, onun kabul edilmesi aynı zamanda sözkonusu sorunun da kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Devlet kademelerindeki yöneticiler savaş sözcüğünü özellikle kulanmamaya çalışmaktadırlar. Bunun tercümesi şudur ; savaş yaşanmadığına göre barışa da ihtiyaç yoktur. O zaman ne olacak, elbette savaş sürecek ve giderek tüm Türkiye’yi etkisi altına alacaktır. Kaybedenler kimler olacak ?, elbette başta Türkiye’deki halklar en çok zarar görecekler, ancak devlet de kendi payını alacaktır. Nitekim, son bir aydır devletin en tepesindekileri uyuyamadıklarını söylemektedirler.

Barışı isteyenler arasında da çeşitli farklılıklar olduğunu söylemek gerekiyor. Bazılarına göre barış sadece devlet ile PKK arasında sağlanabilen bir olgu olurken, bazılarına göre ise, gerçek barış toplumsal bir uzlaşma ile mümkündür. Bana göre her iki yol da birbirine bağlı olup, biri olmasa diğeri de olamayacaktır. Eğer devlet ile PKK arasında doğru ve samimi bir ateşkes sağlanamzsa, toplumsal barıştan da sözedilemez. Tersini de söylemek mümkündür ; yani toplumsal bir uzlaşma sağlanamazsa, devlet ile PKK arasında varılacak herhangi bir kalıcı ateşkes de kürt sorununu doğru bir çözüme götüremez. Dolayısıyla, görülmesi gereken temel husus ; Kürt Sorununun tüm yönleriyle ele alınması, her kesimin taleplerine cevap olabilecek, isteklerini gözeten bir çözüm yolunun bulunmasıdır.

Çatışmalar ne kadar gelişir ve çelişkiler derinleşirse, yine de çözümün tüm kapıları kapanmaz, eğer istenirse barış da sağlanabilir, toplumsal uzlaşma da. Bu noktada Abdullah Öcalan’ın rolü yadsınmamalı, avukatları aracılığıyla verdiği mesajlar önemle dikkate alınmalıdır diye düşünüyorüm.

Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla verdiği mesajlara da bakıldığında, herşeye rağmen, yakın süreçlerde iyi bazı şeylerin yaşanabileceğine dair umutlu olmak da fayda vardır.

Ahmet DERE / 07.07.2010

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Kılıçdaroğlu ve CHP


Deniz Baykal ile ilgili medyaya yansıyan kaset olayıyla patlak veren skandalın ardından Kemal Kılıcdaroğlu CHP genel başkanlığına aday olduğunu açıkladı. CHP’nin kastlaşmış kadroları tarafından açıktan pek istenen biri olmamasına rağmen, 22-23 Mayıs tarihlerinde yapılan Kurultayda Kılıçdaroğlu CHP’nin Genel Başkanı olarak seçildi. Bir haftadır başlanan süreç, CHP açısından yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirilmektedir.

Geçen Yerel seçimlerinden sonra yıldızı parlayan « Dersimli » Kılıçdaroğlu, aynı zamanda CHP tabanı tarafından da « sevilen » bir sahşiyettir. Başlanan yeni süreçte CHP’nin « gerçek » liderinin Kiliçdaroğlu olup olmadığını, ancak önümüzdeki süreçte göreceğiz. Yine, birçok çevre tarafından söylenenlere bakılırsa, CHP kendini yenileme sürecine girmiştir.

Hasta yatağındaki CHP’ye doktor Kemal Kılıçdaroğlu sahip çıkmıştır. Dersimli, ama kendi aslını inkar eden birinin CHP’nin başına geçmesi çok normaldır. Kürt olduğunu açıktan söyleyemeyen, elinden geldikçe, bağrında çıktığı halkı küçümseyen, veya ismini telafuz etmeye cesaret edemeyen, birinin Deniz Baykal’ın koltuğunu, bir süreliğine, dolduracağı noktasında şüphe yoktur. Ama, Kılıçdaroğlu hiçbir zaman CHP’nin gerçek lideri olamaz, ona sözkonusu makamı bırakmayacak kadar tecrübeli bir potansiyele sahiptir, Atatürk’ün partisi.

Özellikle Doğan gurubu ve Ergenekoncular tarafından özellikle öne çıkarılan Kılıçdaroğlu, önümüzdeki genel seçimlerde CHP’nin oylarını kısmen artıracağına ben de inanıyorum. Zira, Türkiye toplumu yaratılan sunni atmosferlere çabuk kapılan bir ruh haline sahiptir.

Kılıçdaroğlu’nun Kurultay’da yaptığı konuşmayı dikkate alırsak, şimdiden Kürt Sorununa inkarcı yaklaştığını söylemek gerekiyor. Kürt Sorununu görmeyen bir siyasetçinin, Türkiye sorunlarına çözüm bulması nasıl düşünülebilir ?. Şimdiye kadar bu soruna inkarcı yaklaşan tüm iktidarlar, sadece Türkiye’ye ve orada yaşayan toplumlara zarar vermişlerdir. CHP’nin çiçeği burnunda yeni genel başkanının ilk konuşmasında bile inkar havası hakim olmuştur.

Beni en fazla şaşıran ve acınarak baktığım yaklaşımlardan bir tanesi de, Kılıçdaroğlu’nun ortada olan bu inkarcı ve emanetçi haline rağmen, bazı çevreler tarafından CHP’ye karşı geliştirilen sempatidir. Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) başta olmak üzere, BDP’ye yakın görünen bazıları ile Alevi Cemaati de Kılıçdaroğlu’na kurtarıcı gözüyle bakmaktadırlar. Bu ucuz yaklaşımlara sahip olan çevrelerin aslında kendine karşı içinde bulundukları güvensizlik ruh halini yansıtmaktadır.

Bazı çevreler tarafından Kılıçdaroğlu Gandi’ye benzetilmektedir. Ancak şunu hatırlatmak da fayda vardır, Gandi Hindistan’ın yaşadığı sorunlara ekonomi penceresinden bakmadı, O’nun temel özelliği, halkların birlikte yaşayabildikleri bir ülke sistemini yaratmak olmuştur. Oysa Kılıçdaroğlu yeni bir zihniyet ve yeni bir sistem ile ilgili herhangi bir çaba içerisinde olmayıp, sadece vitrini değiştirmektedir. Kamuoyu tarafından tepkiyle karşılaşan bazı kişilikler yerine, onların aynı uslubuna sahip başkalarını getirmiştir. Buna yenilik değil, vitrin cilalaması denilir.

Bazı çevreler tarafından, Kılıcdaroğlu'nun solu ve CHP'yi toparlayacak bir karizmaya ve güce sahip olduğu da söylenmektedir. Bu konuda da pek iyimser olmamak gerektiğini düşünüyorum. Bir kere son on yıldır CHP kendisi bir sol parti olup olmadığı konusunda ciddi bir şüphe yaratmıştır. Solculuğu şüpheyle bakılan bir partinin solda birliğe öncülük etmesi düşünülemez. Bu süreçte Kılıçdaroğlu’nun yapması gereken en emel görev ; CHP’yi sağdan sola sapmasıdır. Bunun başarılması bile kendi başına önemli bir görev olacaktır.

Not: "21. Yüzyılda Kürtler" adlı kitabımı isteyenler  farasin@hotmail.com  mail adresime mesaj gönderebilirler.

Ahmet DERE / 26.05.2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

20 yıl Öncesinden Bugüne


20 yıl öncesini hatırlıyorum, yani 1990 yılını. O zaman Kuzey Kürdistan’da serhildan süreci yeni başlamıştı, ülkemizin belli bazı bölgelerinde yavaş yavaş kitleselleşen bir güç oluşuyordu. Yurtsever olan insanlarımızda giderek kabaran duygular, umut veren çabalar ve geleceğe ilişkin hayaller birbirini güçlendirerek gelişiyordu. Özellikle Kürt aydın gençliğinde ciddi ciddi tartışmalar gelişiyor, mücadeleye katılım isteği öne çıkıyordu. Gerilla birlikleri çığ gibi büyüyor, türk ordusuna karşı yapılan eylemlerde büyük bir artış yaşanıyordu. Ve, ve çoğu Kürtlerde Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan hayali canlanıyordu. Benim de olgunlaşmaya başlayan gençliğim böyle bir atmosferde şekilleniyordu. Hayallerimiz büyük, geleceğe ilişkin umutluyduk.
20 yıl sonra, yani 2010 yılındayız. Yine Kürdistan’ın her alanında ve Kürtlerin bulundukları her bölgede mücadele devam ediyor. Dağlarda gerilla birlikleri, şehirlerde çeşitli kurum ve kuruluşların legal faaliyetleri ve onların yanı sıra özgün örgütlenmelerin ilegal çalışmaları devam ediyor. Yurtdışında ise, 1990’lara nazaran biraz daha az heyecanlı olsa da, toplantı, seminer, yürüyüş, miting, gece vbg etkinlikler düzenlenmektedir.

20 yıl önce kürt sorunu uluslararası alanda daha ciddi bir tartışma unsuru iken, bugün de, gerek Avrupa ve gerekse de diğer uluslararası güçlerin çeşitli kurumlarında, aynı sorun gündemdedir. Her ne kadar bazıları « Uluslararası güçler kürt sorununu gündemlerinden çıkarmışlar » deseler de gerçeğin öyle olmadığı aşikardir. 20 yıldan beridir verilen mücadele, paha biçilmez bir bedel sonucu da olsa, kürt halkı için inkarı mümkün olmayan bir düzey yaratmıştır. Ancak, 20 yıl önceki taleplere göre bir sonuçla karşılaşmayacağımız da gerçeğin ta kendisidir. Kabul etmezsek de, gerek dünyada gerekse de bölgemizde yaşanan durum ve ortaya çıkan yeni konjonktürel realite, öyle görülüyorki, bize bazı haksızlıkları kabul etirecektir. Haksızlık diyorum, çünkü Kürt halkının da diğer tüm halklar gibi kendi kaderini tayin etme ve özgür yaşama hakkına sahip olmalıdır. 20 yıl önceki hayalim buydu, bundan sonrakisi de öyle kalmaya devam edecektir. Bazı değerlerin hayali de hoş ve kiymetlidir.

20 yıl önceki Türkiye ile bugünki Türkiye arasında da ciddi bir paralelik vardır. Kürt realitesi ile ilgili bazı adımlar atılmış olmakla beraber, Kürtlerin ayrı bir halk olma hakkı henüz tanınmamakta ve bu konuda inkar ve kısmen de imha politikaları devam etmektedir. Eğer Kürtlerin özgürlük mücadelesi yenilmeyen bir halk gerçekliğini ortaya çıkarmamış olsaydı, 1930’lu yıllarda olduğu gibi, bugün de kaba güce dayalı imha politikaları sürdürülmüş olacaktı.

1990’larda Kürt milletvekilleri yaka paça meclisten alınıp cezaevine götürülürken, bugün ise halkın seçtiği bellediye başkanları benzer bir müameleyle karşılaşmakta, parti başkanı olan milletveili meclis üyeliğinden düşürülmekte ve üstelik çok sayıda polisin bulunduğu bir mekanda saldırıya uğruyor. 1990’larda milletvekilleri cezaevinde iken, bugün ise belediye başkanları aynı zindanların hücrelerindedirler. Varsın Taksim meydanı 1 Mayıs işçi bayramına açılsın, bunun Kürtlere karşı uygulanmakta olan politikalarla alakası yoktur.

Bu yazıyı okuyan bazıları şunu diyebilirler « 20 yılda hiçmi bir gelişme olmamıştır ?, bu kadar da inkarcı olmamak lazım », diyebilirler. Evet, ben de Türkiye’de bazı gelişmelerin olduğunu biliyorum , fakat burada önemli olan kürt sorunu ile ilgili durumdur. Sayısı birkaç yüz bin kişilik olan toplulukların bağımsız ve egemen oldukları bir dünyada olduğumuzu dikkate aldığımızda, bugün Kuzey Kürtlerine tanınan hak, hukuk ve adaletin abartılacak, hatta konuşulacak hiçbir tarafının olmadığını düşünüyorum.

20 yıldan beridir neden pek ciddi bir şeyin değişmediği konusunda herkesin kendine sorması gereken soruları vardır.

Ahmet DERE / 21.04.2010

28 Mart 2010 Pazar

Kürtler ve Yazarları

Her toplumun en aydın, en saygıdeğer ve sağduyulu kesimi arasında yazarların yeri belirgindir. Yazar sadece yazan değil, aynı zamanda okuyan, araştıran, bildiklerini toplumla paylaşan ve belli düzeyde topluma öncülük etmeyi kendi görevleri olarak bilen şahsiyetlerdir. Her toplumun bağrında çıkan yazarlar o topluma ait değerleri de tanımak, ona saygı göstermek ve aynı zamanda onu korumakla da sorumludur. Burada yazarların sahip olması gereken vasıfları uzun uzadıya yazma gibi bir niyetim olmadığı için bu kadarı kâfidir.

Bu yazıda vurgulamak istediğim esas husus ; Kürt Yazarlarının içinde bulundukları durum ve halkın onlara olan yaklaşımıdır.

Bugün Kürt internet sitelerine, yayınlanan gazete, dergi ve kitaplara bakıldığında yüzlerce « köşe yazarına » rastlamak mümkündür. Giderek artan bu « köşe yazarları » arasında ne kadar nitelikli bir sayı olduğu noktasında ciddi bir muğlaklık olmakla beraber, bunun sevindirici olduğunu da özellikle vurgulamak istiyorum. Zira yazan bir insan aynı zamanda düşünendir, kafa yorandır ve tekrar yazabilmesi için az da olsa okumak zorundadır. Sömürgeci güçler tarafından Kürtler sürekli cahil bırakılmaya çalışılmış, Dünya’dan kopuk tutulmuştur. Çok bilinçli bir şekilde yürütülen bu politikaya karşı ne kadar okur-yazar olursak o kadar onu boşa çıkarmış oluyoruz. Dolayısıyla, niteliği ne kadar zayıf olsa da, artan kürt « köşe yazarları » insanı sevindirmektedir.

Yazmanın iyi olduğunu yukarıda belirtmişim, ancak yazarken mümkün mertebe hakaret etme anlayışından uzak olması çok önemlidir. Hele hele sömürgeci güçleri neredeyse hiç görmeyen, yazılarının içeriği sadece kendine göre uygun görmediği Kürt Örgütlerini elleştirme temelinde kurgulanan « yazarları » gördüğümde pek de sevindiğimi söyleyemem. Elleştiri, niyetten uzak, pozitif niteliği olduğu müddetçe iyidir ve faydalıdır, ancak biz Kürtlerde bu durum henüz genelleşmemiş, oldukça eksik yanlarla doludur. Bu noktada herkesin dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Sevinmemesi gerekenleri sevindirmeyelim.

Artan köşe yazarları kadar olmasa da kitap yazan, yani gerçekten yazar olan Kürtlerin sayısında da kısmi bir artış vardır. Fakat bu yazarlarımızın ciddi sıkıntıları da mevcüttür. Anlayış bazında bu kesimde yaşanan belli sorunlara paralel olarak halkın da onlara sahip çıkmada oldukça geri bir durum söz konusudur. Her halk yazarını bağrında çıkardığı gibi yazarlarını onları besler de. Her Kürdün evinde türkçe, arapça, farsça veya başka dillerde kitap bulmak mümkündür ama aynı evlerde kürtçe bulmak pek olağan değildir. Halbuki, özellikle sömürgeci güçlerin ısrarla bize karşı uyguladıkları politikaları boşa çıkarmak için de olsa, her Kürdün evinde daha fazla kürtçe kitabın bulundurulması, hergün kürtçe gazete okuması gerekiyor. Evine kürtçe kitap almayan birinin kendi ana dilini daha iyi öğrenmesi ve onun gelişmesi için katkıda bulunması da düşünülemez.

Son yıllarda eli kalem tutan, eksikleri çok da olsa, Kürtlerin sayısında yaşanan artış, daha çok yabancı dillerde yazanlardır. Kürtçe’nin zengin ve aynı zamanda zor bir dil olduğu bir gerçektir, fakat bu hiçbir zaman bizim kendi ana dilimizi yazmamamız, veya az yazmamız için bir gerekçe olamaz. Aynı durum okuyucular için de geçerlidir, ana dilimizin zor olmasını onun ne kadar zengin olduğunu bilerek ona yaklaşmamız ve öğrenmemizi bir görev olarak bilmeliyiz.

Kendi ana dilimizde yazdıkça, okudukça kendi yazarlarımızın da gelişmesine katkıda bulunduğumuzu bilerek yaklaşmamız gerekmektedir. Kitapları, makaleleri okunan bir yazar daha fazla güç alır ve yaratıcı olur. Bu nedenle diyorum ki ; kürtçe okuyalım, kürtçe yazalım ve çevremizi de buna teşvik edelim.

Not : Daha önce bu konuda kürtçe yazdığım için bu sefer de türkçe yazma gereğini duydum.

Ahmet DERE / 29.03.2010

19 Mart 2010 Cuma

Ahmet DERE'nin dördüncü kitabı Fransızca çıktı

Ahmet DERE'nin ilk Fransızca kitabı olan "Les Kurdes, la Turquie et les Forces Internationales" Han Yayınları tarafından çıktı. 310 sayfadan oluşan kitap analiz ve araştırma yazılarından oluşup aynı zamanda bir dokumanter niteliğindedir. Kurtlerle ilgili ilk defadır bu şekilde kapsamlı ve zengin bir kitap yayınlanıyor.

Nisan ayından itibaren Fransa ve Belçika'daki kitapevlerinde bulunur.

Ayrıca bu kitabı isteyenler şimdiden   farasin@hotmail.com   adresinden sipariş verebilirler.

11 Mart 2010 Perşembe

AB’nin Yapmak Istediği Nedir ?

Bir haftadan beridir AB’nin, Kürtlerle ilgili, gerçekten ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum. Uzun bir süredir AB’nin çeşitli kurumlarının faaliyetlerini izliyen biri olarak, son bir haftadan bu yana Belçika, Fransa, Italya ve Almanya’da Kürtlere karşı yapılan baskınların kime, veya kimlere hizmet etme temelinde gerçekleştirildiğini henüz anlamış değilim. Bana göre bu baskınları gerçekleştirenler de ne yaptıklarını pek net olarak görememektedirler. Dolayısıyla herkesin kafasında birçok soru işaretleri bulunmaktadır.

Belçika makamlarına göre bu operasyonlar kendi iç hukukunu ilgilendiren hususlarla alakalı olarak gerçekleştirilmiştir. Bunu doğrulamak için de «üç yıldan beri Kürt kurumları izlenmektedir, varılan sonuç itibariyle bu operasyonlar gerçekleştirilmiştir» biçiminde açıklama yapmaktadırlar. Fransa ve Italya’da yapılanların da bununla bağlantılı olduğu gösterilmektedir. Ancak bu izahatın pek gerçekçi olmadığı aşikardir. Böyle bir mantık AB’nin kendi iç güvenlik hukukuna ve asayiş kriterlerine de uygun değildir.

Bu operasyonların ABD’nin isteği doğrultusunda yapıldığına gelince ; Herşeyden önce ABD ile Avrupa arasında göründüğü gibi bir birliktelik olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Bu iki güç arasında çok iyi yürüyen bir ilişki düzeyinin olduğuna ilişkin genel bir kanı vardır, ancak, özellikle Ortadoğu, Balkanlar, Rusya ve Kafkasya ile alakalı konularda perde arkasında ciddi sıkıntıların yaşandığını bellirtmek lazım. ABD’nin bu alanlardaki çıkarlarıyla ilgili Avrupa’dan kolay kolay destek alamadığını, bu güçler arasındaki diplomatik kanalların dönem dönem sıkıntılı anlar yaşadığını görmek mümkündür.

Türkiye’nin AB’ye girisi konusunda da ABD ile Avrupa Birliği arasında ciddi politik farklılıklar bulunmaktadır. Türkiye’nin adaylığı ABD tarafından çok arzulandığı bir gerçektir, ancak aynı durum AB’nin merkez güçleri tarafından istenmediğini de biliyoruz. Dolayısıyla bu iki gücün yaklaşımı arasındaki farklılık hem Türkiye ve hem de Kürt sorunu ile ilgili politikalarına da yansımaktadır.

Yukarıda vurguladığım hususları dikkate aldığımda, bugünlerde Avrupa’daki Kürt Kurumlarına karşı yürütülen operasyonların ADB siparişiyle yapılmadığını düşünüyorum. Bu operasyonlar olsa olsa Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olup ama onu uzaklaştırmak istemeyenlerin isteğiyle Belçika’ya yaptırılmaktadır. Fransa, Italya ve Almanya’da yaşanan tutuklamaların da Belçika’nın isteği üzerine gerçekleştirildiği izlenimi verilmektedir. Geçmişte Kürtlere karşı operasyon yapmada Almanya’ Ilgiltere, Fransa gibi ülkeler görev alırken, bu sefer ise aynı görev Belçika’ya verilmiştir. Bunun nedenlerinden bir tanesi de, 19 Kasım 2009 tarihinde AB Konseyi’nin ilk Başkanlığına Belçika eski Başbakanı Herman Van Rompuy’un seçilmiş olmasıdır. Yani AB’nin çıkarları için gerekirse hukuk dışına da çıkmalısınız biçiminde bir görevdir verilen.

Olayın temel amacı Belçikalı yetkililer tarafından da pek anlaşılmış olduğunu tahmin etmiyorum. Hiçbir hukuki dayanağı olmayan, tamamen haksız bir saldırı olan bu operasyonun iç yüzü yakında daha iyi anlaşılacaktır. Bu haksız saldırıya karşı ise Kürtlerin tepkisi olması gereken şekilde gelişmiştir. Daha da gelişecek olan tepki ve verilecek hukuki mücadeleyle hem Belçikalı ve hemde AB yetkilileri geri adım atmak ve Kürtlerden özür dilemek zorunda kalacaklardır.

Bu saldırılar ne ilk olmuştur ne de son olacaktır. Ortadoğu gibi dünyanın önemli merkezinde kendine yer edinmiş olan ve mücadelesini geliştiren Kürtler bu tur haksız saldırılarla da mücadele etmek zorundadır. Eğer kuralına göre mücadele edilse, hem hukuki ve hemde politik alanda kazanacak olan Kürt Halkı olacaktır, bunda kimsenin şüphesi olmasın.

Ahmet DERE / 11.03.2010

21 Şubat 2010 Pazar

AP Raporu ve Kürtler -Ahmet DERE-

11 Şubat günü Avrupa Parlamentosu Türkiye ile ilgili yıllık raporunu Strasbourg’daki Genel Kurulunda tartıştıktan sonra büyük oy çokluğuyla resmen kabul edip kamuoyuna açıkladı. Bu rapor geçen yıldan beri aynı kurumun dışişleri komisyonunda tartışılmaktadır. Yani söz konusu belgeye giren hususlar uzun bir süre ve geniş bir şekilde tartışılarak netleştirilmiş olanlardır, tesadüfi veya emrivaki bir rapor değildir.

Diğer bir husus da, özellikle türk basınında sık sık AP raporlarının uygulanabilir olmadıkları vurgulanıp durulmaktadır. Eğer Türkiye ile iyi şeyler yazılsa türk basını onu göklere çıkarır, öve öve bitirmez olacaktı. Oysa AP raporları Avrupa Birliğinin karar mercilerine referans teşkil eden en önemli belgelerdir. AP’nin karşı çıktığı kararlar ne AB Komisyonu ne de AB Zirvesi tarafından kolay kolay alınamaz.

Gelelim AP raporu ile Kürt Sorununa. Ben AB’nin bu kurumunun çalışmalarını 1993 yılından beri takip ediyorum. 2000 yılına kadar bu kurumda Kürt Sorunu ile ilgili hatırı sayılır tartışmaların yürütüldüğünü, kararların alındığını söylemek mümkündür. Ne zaman ki Kürt Özgürlük Hareketi strateji değişikliği yaptı ve gerilla güçlerini Türkiye sınırları dışına çektiyse, işte o zaman AP’de ciddi bir tavır değişikliği gelişti. Açıktan olmasa da, dolaylı olarak savaşın durmasını istemeyen bir yaklaşım gelişti. Sadece Sol Gurup ve kısmen de Yeşiller Gurubu bu konuda biraz daha özgün bir politika izlemiş oldular, AP’nin diğer tüm gurupları hemfikir olup Kürt Sorunu ile ilgili yeni ve ortak bir konsept geliştirdiler.

Hollandalı Hıristiyan Demokrat Parlamenter Ria Oomen-Ruijten tarafından hazırlanan bu yılki raporda en fazla göze çarpan husus Türkiye’nin derhal askerlerini Kıbrıs’tan çekmesini istemesi olmuştur. Türk yetkilileri tarafından çok sert bir tepkiyle karşılanan husus da bu olmuştur.

Söz konusu raporun tartışıldıgı oturumda Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu yeni üyesi Stefan Füle de hazır bulundu ve Türkiye ile ilgili ilk resmi açıklamasını da yapmış oldu. Füle açık bir şekilde Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine tam uyumu sağlaması, temel hak ve özgürlüklere tam saygı göstermesi, dürüst bir sürecin yürütülmesini sağlaması ve AB’nin hazmetme kapasitesini dikkate alınması gerektigini vurguladı. Bu sözler daha önceki yetkililer tarafından da sık sık söylenmiş olsa da, Füle’nin ilk açıklamasında buna özellikle dikkat çekmesi önemli bir işarettir.

DTP'nin kapatılması da AP raporunda yer almıştır, ancak bu konuda daha çok kaide yerine getirilsin yaklaşımının ötesine geçmediğini de belirtmek gerekiyor. DTP'nin kapatılmasından ve parti üyelerine yönelik son tutuklamalardan sadece üzüntü duyulmuş olduğu belirtilen belgede, aynı zamanda Türkiye'de siyasi partilerin kapatılmasını düzenleyen yasaların Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Avrupa Konseyi Venedik Komisyonunun önerileriyle uyumlu hale getirilmesi çağrısı da yapılmış ve bu konuda Türkiye'nin kapsamlı bir anayasa reformuna ihtiyaç duyduğu da tekrarlanmıştır.

Maalesef AP 2000 yılından beri hazırladığı tüm raporlarında tekrarladığı şablon paragrafı bu yılki raporunda da yerini korumuştur. Yani Kürt Özgürlük Hareketi yine terörist bir örgüt olarak nitelendirilmiş ve silahlarını bırakarak Türkiye hükümetinin siyasi inisiyatifine cevap vermesi gerektiği istenmiştir.

Genel olarak rapora bakıldığında, ne yazıkki AP gelenekselleşmiş Avrupa Birliğinin Kürt Sorunu ile ilgili ikiyüzlü politikasına sadık kaldığını birkez daha tekrarlamış olmaktadır. Burada yine Kürt örgütleri, ve özellikle de BDP üzerine önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Ahmet DERE / 21.02.2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

Düşünce Özgürlüğü

Binlerce yıldır insanlık çeşitli güçlerin hegemonyası altında yaşamış, gelişen düşüncesi de ilgili güçlerin çıkarlarına göre şekilenmiştir. Grek Filozofları olan Sokrates, Aristo, Eflatun ve diğerlerinin verdikleri mücadeleyi ”Antik Çağ” a ait olarak değerlendirdiğimiz için modern çağın mücadelesiyle karşılaştıramayız. Dolayısıyla Rönesanstan sonra esas olarak Fransa Burjuva Devrimiyle birlikte (1789), başta Avrupa’da olmak üzere, düşünce özgürlüğü ile ilgili beli kıpırdamalar sözkonusu olmuştur. Daha öncesinde, 17. yüzyılda, Galile’nin ”dünya dönüyor” diyerek Engizisyon mahkemelerinde yargılandığını biliyoruz. Ancak Galile’nin, kerhen de olsa, geri adım atması onun gösterdiği çabalar düşünce özgürlüğü mücadelesi hanesine yazılmamıştır.

Katı feodal değer yargılarının, teokratik ve otokratik yönetim sistemlerinin hâkim olduğu 18. ve 19. yüzyıllar bu mücadele alanı açısından pek olumlu bir süreç sayılmamaktadır. Esas olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle beraber giderek toplumun birçok kesiminde taban bulan bir düşünce özgürlüğü mücadelesi gerçeği ortaya çıktığını görüyoruz. Henüz bir çok yönüyle eksik olan bu mücadele 21. yüzyılı önemli bir zaferle taçlandıracağına inanıyorum.

Geri kalmış ülkelerin bu mücadele alanıyla ilgili sicilleri oldukça kabarıktır. Türkiye bu kategoridedir. 1970’lerden sonra bu alanda belli bir gelişme yaşanıyor olsa da henüz ciddi problemlerin olduğu bir ülke olduğunu da biliyoruz. Mevcüt durumda yüzlerce Kürt ve Türk aydını düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde tutulmaktadırlar. Bir anlamda Kürtlerin ve demokratların düşünceleri önemli bir tehlike olarak görülmektedir. Öyle zanediyorum ki bu konuda Türkiye Cumhuriyeti daha ciddi ve sancılı bir süreçten geçecektir. 21. yüzyıl, her alanda olduğu gibi, özellikle düşünce özgürlüğü alanında Türkiye’ye başka bir şans tanımayacaktır.

Kürtlerdeki düşünce özgürlüğü mücadelesi ile genel anlamda özgürlük ve demokrasi mücadelesi içiçe gelişmiştir. Zira Kürtlerin düşüncesi ile madi ve fiziki varlıkları aynı düzeyde zincire vurulmuştur. Bu zincirden kurtulmanın yolu bireyin öziradesi ve özgüveninden geçmektedir. Kendi iradesine değil başkalarına bağımlılık hali Kürtlerde kökleşmiş bir hastalık olmuştur. Ne var ki bu durum henüz biz Kürtlerde önemli bir etkiye sahiptir. Aşılması kaçınılmaz olup sağlıklı bir kişiliğin buradan geçtiğini bilmeliyiz.

Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin dünyada örgütlendikleri ve geliştikleri yıllar olan 1970’lerden sonra düşünce özgürlüğü alanındaki mücadele de daha ciddi bir boyut kazanmış ve modern bir sürecin başlangıcı yapılmıştır. Kürtler açısından olaya bakıldığında bu süreç Kürdistan’ın her dört parçasında da yeniden uyanış anlamında gelişen örgütlenmelere yol açmış, giderek 1980’li yıllara gelindiğinde ise daha çağdaş örgütlenmelerin yaratılmasına vesile olmuştur. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi, özellikle 1990’lı yıllardan sonra yenilemiyecek bir güce sahip olmuş ise bunda 1970’lerden sonra gelişen mücadele ve özellikle de düşünsel anlamda yaşanan devrimle mümkün olmuştur.

Özgürlük anlamında yaşanan tüm gelişme alanlarında olduğu gibi, düşünce özgürlüğü alanında da 1990’li yıllar Kürtler için ayrı bir öneme sahiptir. Genel duruma bağlı olarak, Kürtler yavaş yavaş kendi medya araçlarına da bu süreçte kavuştular. İlk Kürt Televizyonu olan MED TV bu yıllarda açılmış diğerleri onu izlemişlerdir. Henüz yeterli olmasa ve parçalı bir duruş sergileseler de Kürtlerin medya araçları düşünce özgürlüğüne de önemli oranda hizmet etmektedir. Günümüzde medya araçlarının düşüncenin gelişimi üzerinde yadsınamaz bir etkisi olduğunu kimse inkâr edemez. Dolayısıyla egemen güçlerin çeşitli baskılarına rağmen Kürtler kendi öz medya araçlarını geliştirme mücadelesinden vazgeçmemektedirler. Bu araçların doğru kulanılması durumunda Kürtlerin tarihinde yeni sayfalar açılacaktır. Er veya geç olması kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Genel özgürlükler ve evrensel haklar bağlamında düşünce özgürlüğünün yeri çok belirleyici olduğunu herkes dile getiriyor. Varlığını korumak isteyen herhangi bir halk herşeyden önce bu özgürlük alanından vazgeçmemeli, herşeye rağmen onu koruyup geliştirmelidir. Aksi halde ne onurlu bir yaşamdan bahsedilebilir ne de insan olmaktan.

Not: 21. Yüzyılda Kürtler adlı kitabımda bu konu genişçe değerlendirilmiştir.

Ahmet DERE / 07.02.2010

21 Ocak 2010 Perşembe

Kürt Aydını Üzerine

Son 20 yıldır biz Kürtlerde « Aydın » kavramı en çok kulanılan bir olgu haline gelmiştir. Daha önceki süreçlere bakıldığında « Kürt Aydını » kavramı o kadar sık dillendirilmemiş ve de üzerinde durulmamıştır. Şüphesiz bu durumun kaynağında yatan önemli nedenler vardır.

Herşeyden önce 1990’lardan bu yana « Kürt Aydını » kavramının sık sık kulanılmasının başlıca nedeni gelişen özgürlük mücadelesinin yaratığı etkidir. Hiçbirşey mücadele verilmeden elde edilemeyeceği gerçeği burada da önem arzetmektedir. Bunu söylerken 1990’lardan önce hiç mücadele verilmediğini belirtmiyorum. Kürt halkının tarihi mücadelelerle doludur ve bu yolda kahramanlar yaratılmıştır. Ancak ideolojik ve politik öncülüğü yetkin olan mücadele 1970’lerden sonra gelişmiş ve 1990’lardan sonra da giderek aydın sayılabilecek bir tabakayı da beraberinde yaratmıştır. Bu süreç Kuzey Kürdistan’da başlatılarak giderek Doğu, Güney ve Güney Batı parçalarında da etkisini yaratmıştır. Ve Kürtlerde esas olarak aydınlama süreci bu tarihten sonra başlamıştır.

1970’lerden önce varolan Kürt aydınları halkın içinden çıkmayıp daha çok elit bir kesimin, yani Şeyh, Ağa, devletin memurları konumunda olan İmam ve ezelden beri devletin yanında yer alan İşbirlikçi ailelerin çocuklarıdırlar. Aralarında çok azı elit olmayan tabakanın içinden çıkmıştır. Umarım bazı amcalarım ve ağabeylerim bu sözlerimden rahatsız olmayacaklardır. Gerçek budur, başka türlü tarifi yapılamaz.

Hepimiz biliyoruz ki 1990’lardan sonra Kürtler tarafından çok sayıda gazete, dergi vbg. yayın organları çıkarılmıştır. Yine bu süreç içerisinde, başta MED TV olmak üzere, 10 civarında Kürt televizyonları ve o kadar da radyo yayın yapmaktadırlar. Bu dönemde Kürtler tarafından yazılan kitap sayısında da olumlu bir artış ve aynı zamanda niteliğinde de belli bir gelişme söz konusudur. Tüm bunların yanı sıra Kürtlerin kendini ifade edebildiği sayısız toplantı, konferans, panel, seminer vbg etkinlikler yapılmıştır. Bu faaliyetler eli kalem tutan ve okuma yazması olan çoğu Kürtleri daha fazla okumaya, araştırma yapmaya, yazmaya ve düşüncelerini daha rahat ifade etmeye teşvik etmiştir. Kürt Aydını olmak artık elit bir tabakanın sınırlarının dışına çıkmış halkın tüm kesimlerini kapsayan bir olgu haline gelmiştir. Yani Kürt Aydını olmak belli bir kesimin tekelinden çıkmıştır.

Gerçek diyebileceğimiz Kürt Aydınlanma süreci 1970’lerde gelişmeye başlayıp 1990’lardan sonra ise halkın bağrında yavaş yavaş yer edinmiştir. Yaşanan bu olumlu sürece rağmen, ne var ki halen de gerçek Kürt Aydını yaratılamamıştır, veya hastalıklardan arındırılmış bir Kürt Aydını söz konusu değildir. Bunun olabilmesi için sanırım daha epey yıllara ihtiyacımız vardır.

Bir kere aydın olmanın temel kıstaslarından bir tanesi açık sözlü olmak, çekinmeden gerçekleri söylemek ve onları savunmaktır. Bunun için ise özgüven ve cesaret gerekmektedir. Yine buna bağlı olarak bireysel kaygılardan uzak olmayı ve bedel ödemeyi göze almayı da bilmeyi gerektirir. Bu vasıflara sahip olmayan biri topluma öncülük yapamaz, topluma öncülük yapamayan ise aydın olamaz. Tüm bunlarla birlikte aydın olan kişi için her anı okuma, araştırma, yazma ve toplumun yararı için düşünceyi geliştirebilme gücünü de kaçınılmaz kılar. Ve en önemlisi de aydın olan söz ve pratiğini birleştirebilendir.

Şimdi düşünüyorum, yükarıda saydığım vasıflara uygun olarak kaç tane Kürt Aydını vardır ? Bu noktada ne yazık ki pek iyimser değilim. Bugün kendine « Aydınım » diyen Kürtlerin önemli bir bölümü partizancılık yapmaktadır. Oysa partizancılık yapan biri, ne kadar okumuş ve yazmış olursa olsun, bağımsız düşünememektedir. Bazıları diyebilir ki « ben hiç bir örgüte veya partiye üye değilim », ama bilinmeli ki partizancı olmak için illa belli bir örgüte üye olmayı gerektirmez. Eğer yaklaşımında bir tarafa yakın olup bazılarına karşı da mesafeli bir duruş varsa ve hatta yıllarca mücadele verenlere karşı saygı duyma gibi bir sorumluluk hisetmiyorsan o zaman partizancısın, bunun başka bir izahı yoktur.

Bu yazdıklarıma bazıları kızabilir ama gerçek budur. Dolayısıyla, ben kendimi Kürt Aydını kategorisinde görmediğim gibi, bu kategoride görebildiğim çok az şahsiyetimiz vardır.

1970’lerden bu yana önemli bir mesafe katedilmiştir, bundan sonra da daha olumlu gelişmeler olacaktır elbette. Umudum odur ki günün birinde kendini partizancılık zihniyetinden kurtarmış, birilerine çamur atma mesleğini bırakmış ve toplumun bütününe örnek olma ve yol gösterme sorumlülüğünü hiseden bir « Kürt Aydını » olacaktır.

Kürt Aydını olmanın sorumluluğu salt birilerine karşıtlık yapmayı temel bir uğraş haline getirmekle yerine getirilemez. Maalesef bugünki tabloya bakıldığında büyük bir bölümünde egemen olan zihniyet budur. Bu mentalite çoğu yerde gerçekleri de tersyüz edebilmektedir.

Burada değinmeden geçemiyeceğim diğer bir husus da Kürtçe ile ilgilidir. Kendine « Aydınım » diyen bazı Kürt yazarlar kendi anadilinde yazmayı ya becerememektedirler ya da küçümsemektedirler. Her ikisi de « Ben bir Kürt Aydınıyım » diyenlere yakışmamaktadır. Kendi anadilinde yazma ve konuşma becerisini gösteremeyen birinin öncülük yapması, topluma örnek olması düşünülebilirmi ?. Böyleleri isterse Türkçe, Farça, Arapça veya başka dillerde onlarca kitapları olsun, benim bildiğim Kürt Aydın Kategorisine girmeleri mümkün olamaz.

Ahmet DERE / 21.01.2010

7 Ocak 2010 Perşembe

Yeni Çıktı

Gazeteci/ Yazar Ahmet DERE'nin üçüncü kitabı
Gordios Yayınları tarafından çıktı.

" 21. Yüzyılda Kürtler" adlı bu kitapta parçalanmış ve dünyada devleti olmayan en büyük halk olan Kürtlerin geçmişi, bugünü ve geleceğiyle ilgili önemli bazı hususlara dikat çekilmiştir. Aynı zamanda uluslararası güçlerin Kürtlerle ve Türkiye ile ilgili politikalarının da ele alındığı bu eser, Kürt Halkının Çağdaş Özgürlük Mücadelesiyle ilgili önemli bir analiz ve araştırma eseridir.

Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, Türkiye ve diğer ülkelerden kitap istenebilir. Mail adresi: farasin@hotmail.com

Ayrıca Fransa'nın Paris kentinde Özgül Kitabevi'nde, Strasbourg'da da Librairie Internationale'de (Place Kleber) ve Isviçre'nin Basel kentinde Özgür Kitap ve Müzik Evi'nde bulunur.


İçindekiler
-- Giriş
Bölüm I
-- KÜRTLERİN KISA GEÇMİŞİ HAKKINDA
- Kuzey-Batı Kürdistan ve Türkiye
- Doğu Kürdistan Kürtleri ve İran
- İrak, Güney Kürdistan Kürtleri ve Gelinen Aşama
* YNK’nin Kuruluşu ve Sonraki Süreç
* Otonomi Anlaşmaları
* Güney Kürdistan Bölgesi İkiye Parçalanır
- Güney-Batı Kürdistan ve Suriye Devleti
- Çağdaş Özgürlük Mücadelesi ve Sonuçları
Bölüm II
-- ORTADOĞU VE KÜRTLER
- Uluslararası Güçlerin Ortadoğu Eksenli Egemenlik Hesapları
- Konjonktürel Gelişmelerin Merkezinde Kürdistan
- Kritik bir Dönemeçten Geçerken
Bölüm III
- KÜRTLER VE AVRUPA
- Kurumsal Olarak Avrupa Birliği ve Kürt Sorunu
- Diasporal Güç Olmak ve Kürtler
- Avrupa Konseyi’nde Türkiye Sicili ve Kürt Realitesi
- Avrupa’da Seçimler ve Kürtlerin Temsiliyet Sorunu
- AB’nin Geleceğinde Kürtler
- AB Mantığı ve Terörizm
- 2009 Yılı ile Beraber Gelişen Yeni Konsept ve Kürtler
Bölüm IV
-- TÜRKİYE’NİN AB YOLCULUĞU
- AB-Türkiye Sürecinde Yeni Dönem ve Kürtler
- Türkiye’nin AB’ye Katılım Sürecinde Kürtler ve Avrupa
- Müzakere Sürecinde AB Kriterleri
- Türkiye-AB Katılım Sürecinde AP Raporları
- Avrupa Parlamentosu’nda Yapılan Kürt Konferansları
- AB Ekseninde Türkiye ve Kıbrıs Sorunu
- Günümüz AB'ye Uygun bir Türkiye Nasıl Olmalı
- AB'nin Türkiye Siyaseti ve Kürtler
Bölüm V
-- 21. YÜZYILA GİRİŞTE TÜRKİYE
- Türkiye'de Gelişen Fundemantalizm ve Nasyonalizm
- Düşünce Özgürlüğü, Kürtler ve Türkiye Cumhuriyeti
- Kürt Sorununa Çözümde Çıkmaz Nokta
- Kürt Sorununda Yıkılan Tabular
* Gelişen Yeni Uluslararası Konsept
- Devlet Yetkilileri Tecrübesiz Olunca
Bölüm VI
-- ULUSLARARASI KRİTERLER VE KÜRT ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
- Uluslararası Savaş Hukuku, Türkiye ve Kürtler
* Uluslararası Örfi İnsancıl Hukuku ve Kuralları
- Hakikatlerin Araştırılması ve Toplumsal Mutabakat
* Hakikat Komisyonları Konusunda Bazı Örnekler
-Kürt Sorununa Çözüm için Barış ve Diyalog İnisiyatifleri