31 Ekim 2013 Perşembe

Türkiye-AB Süreci ve Kürt Sorunu

Türkiye’nin AB yolculuğu 1960’lı yıllara dayanmakla birlikte, esas olarak 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan müzakere süreciyle ciddi anlamda gündeme girmiştir. Bu süreç üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen henüz ciddi bir gelişmenin yaşandığını söyleyemeyiz. Her nekadar sık sık ‘ne Türkiye’nin AB’den vazgeçebileceğini, ne de AB’nin Türkiye’den vazgeçeceğini söylemek mümkün değildir’ desek de, aslında bunun Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla pek alakalı olmadığını artık anlama zamanı gelmiştir. Yani Türkiye-AB Süreci olmadan da bu gerçek değişmez.

Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin AB’den müzakere tarihini alması uzun yılları almıştır. O yıllarda AB yetkililerinin elinde değerli bir kart vardı ; Kürt Sorunu. Hemen her platformda AB yetkilileri Türkiye’ye karşı Kürt Sorunu kartını çıkarır, elleştiri üstüne elleştiri yağdırırlardı. Bu yaklaşımlarıyla bir taraftan Türk Ordusuna silah satar, bu yolla hem para kazanır hem de Türkiye’yi IMF’ye borçlu hale getirirlerdi, diğer taraftan da verdikleri silahlarla kirli bir savaşın kızışmasına zemin sunuyorlardı. Dönemin Türkiye hükümetlerinin de çeşitli çıkar gruplarının pençesinde olmaları kirli savaşın 2000’li yıllara kadar devam etmesine yol açıldı. Türkiye’nin bu karanlık fotoğrafı AB için değerlendirilmesi kaçınılmaz bir değerdi. Öyle de yapıldı, Kürt Sorunu sayesinde Türkiye iyice şarampole sürüklendi.

2000-2005 yılları arasında PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olması ve AKP’nin, kısmen de olsa geçmiş hükümetlere nazaran farklı bir profil çizmesi, yeni bir atmosferin oluşmasına neden olmuş, AB yetkililerini müzakere sürecini başlatmaya zorlamıştır. Fakat her ne kadar tam üyelik amacıyla sözkonusu süreç başlatılmış olsa da arka planda sürekli imtiyazlı statü hesapları yapılmıştır. Nitekim müzakere sürecinin ilk üç-dört yıllık sürecinin sonunda AKP yetkilileri de Avrupalıların bu gizli hesabını anlamış olmalılar ki sözkonusu alanda pek heyecanlı bir çalışma yapmamıştır. Yani bu şu anlama geliyor ; hem AB yetkilileri hem de Türk yetkilileri bu sürecin farklı bir şekilde sürdürülmesi noktasında zımnen anlaşmışlardır.

Yükarıda yazdıklarıma rağmen şunun altını da çizmekte fayda vardır ; AB’nin çıkarları Türkiye’yi kendine bağlı hale getirmesinden geçerken, Türkiye’nin de çağa uyum sağlama yönünde AB’nin desteğine ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca ne Türkiye’nin AB’den uzaklaşma, ne de AB’nin Türkiye’yi kapısından uzaklaştırma gibi bir lüksü olamaz. Zaten bu nedenledir ki 8 yıldır ağır aksak yürüyen müzakere süreci her iki taraftan da ciddi sıkıntılara sebep olmuyor. Türkiye’de bunun çok doğal olduğu biçiminde bir algı yaratılmıştır.

AB yetkilileri tarafından dilendirilen «Türkiye’nin AB ile sağlıklı bir bütünleşme gerçekleştirmesi  gerekli» sözü artık pek sağlıklı gelmiyor bana. Zira bu aşamadan sonra bu sözün gerçekleşebilmesi pek ihtimal dahilinde değildir. Yani Türkiye AB’ye tam üye olamaz, olsa olsa ancak özel bir statüye sahip olabilir. Çoğu AB üyesi ülkelerin uzun süredir düşündükleri, yer yer de ifade ettikleri imtiyazlı üyelik statüsü sanırım gerçek olabilecek tek seçenektir. Türkiye’nin de bunu kabul etmemesi için pek ciddi sıkıntıları kalmamıştır. Son yıllarda Türkiye’de AB ile ilgili pek tartışmaların olmaması ve bu noktada eskiden yaşanan heyecanın kaybolmuş olması da bununla alakalı olması gerek.

Bu yıl AB Komisyonu, Türkiye ilerleme raporunu 16 Ekim günü açıkladı. Sözkonusu bu raporda ifade özgürlüğü, eylem özgürlüğü gibi konularda eleştiriler yer alırken katılımcı demokrasinin gelişebilmesi, toplumun tüm kesimlerine ulaşılabilmesi, yasalar ve hukukun buna uygun olması gerektiğine de dikkat çekilmektedir. Bunlara diyecek bir söz yok, Türkiye’nin geleceği için yapılması gereken görevlerdir. AB’nin bunları istemesi, gelecekte Türkiye’yi kendine daha bağımlı hale getirmek istemesinin icabettiği bir gerçektir.

Raporda «Üyelik müzakerelerinin yeni bir moment kazanmasının AB üyeliği için önemlidir » diyen AB Komisyonu aslında çok açık bir şekilde ikiyüzlülük yapmaktadır. 8 yıldır sadece bir müzakere maddesini kapatan AB Komisyonu kalan diğer 32 maddeyi daha kaç sekiz yılda kapatacak acaba ? Bu çok meçhul. Ben diyorum ki, gerek AB yetkilileri olsun gerekse de Türk yetkilileri olsun artık gerçekleri kamuoyuna açık bir şekilde deklare etmeleri gerekir. Yani Türkiye’nin AB’ye üye edilmeyeceği, ancak hem AB’nin Türkiye’ye, hem de Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olduğunu resmen beyan etmeleri daha faydalı olacaktır.

Avrupa’nın komşusu olan Türkiye’nin AB’siz gelişemeyeceği gibi kendi içinde varolan sorunlarını da haletmeden bir yere varamaz. Dolayısıyla Kürt Sorununun uygun bir biçimde çözüme kavuşturulması önemlidir. Bir taraftan AB ile ilişkilerini sağlam komşuluk ve mütefiklik temeli üzerinde geliştirmesi gerekirken, diğer taraftan da Kürtlerle daha bütünleşmesi, halk olma haklarını tanıması kaçınılmazdır. Aksi halde değişmekte olan uluslararası siyasi konjonktür Türk-Kürt ilişkilerini çok farklı bir yöne kaydırabilir.

Ahmet DERE  /  31.10.2013

3 Ekim 2013 Perşembe

Paris Unutulmamalı

Yaklaşık on ay önce Paris’te bir katliam gerçekleşti. Üç Kürt kadın militanı güpe gündüz, Paris’in göbeğinde, hem de fransız polisinin sürekli gözetimi altındaki büroda katledildiler. İlk günlerde Fransız yetkilileri, özellikle İçişleri Bakanı Manuel Vals, bu katiamın failini veya failerini kısa zaman içinde bulacaklarını söylediler, Kürtlere söz verdiler. Üzerinde on ay geçmesine rağmen halen ortada ciddi sayılabilir bir şey yok. Ailelerin verdikleri bilgilere göre, dava ile görevli olan savcı halen idanameyi hazırlayabilecek kadar delil toplayamamıştır. Dolayısıyla soruşturma sürecinin daha ne zamana kadar süreceği belli değil.

Adalet ve İnsan Hakları merkezi olarak bilinen Avrupa’da böylesi bir katliamın bu kadar uzun bir süre aydınlanamamış olması kendi başına, hak ve hukuku sağlamada ciddi bir zaafiyetin göstergesidir. Burada şöyle bir soru akla geliyor ; acaba katledilen bu üç kürt kadını yerine sıradan fransız asıllı üç kadın olmuş olsalardı durumda bir değişiklik olacak mıydı ? Bana göre evet, hemde kısa süre içinde sorumlular tespit edilip mahkemenin önüne çıkarılacaklardı.

Katliamdan sonra Fidan Doğan’ın babasıyla görüşen bir fransız gazeteci şöyle demiştir ; « ….katledilen bu kadın militanlar fransız olsalardı faileri çoktan tespit edilmiş olacaklardı ». Doğru söze diyecek yoktur, ben de öyle düşünüyorum.

Katliamdan kısa bir süre sonra gözaltına alınan Ömer Güney diye kişinin gerçekten katil olup olmadığı, eğer katil ise katliamı tek başına mı yapmış yoksa başkalarıyla birlikte mi, bu henüz belli değil. Bir de katliamın arkasında hangi güçlerin olduğu konusunda da henüz ailelere ve kamuoyuna açıklanmış bir şey yoktur.

Paris katliamının aydınlanması ve unuturulmaması için Kürt Kadınları hemen her hafta Paris’te ve Avrupa’nın diğer kentlerinde eylemler yapmaktadır. Avrupa’da bazı platformlarda konu sık sık gündemde tutulmakta, fransız yetkililerine yönelik talepler dile getirilmektedir. Ancak şimdiye kadar hiç bir çaba sonuç vermemiştir. Dolayısıyla şüpheler zincirine her geçen gün yeni halkalar eklenmektedir. Bu zincirin daha ne kadar uzayacağı belli değildir.

Paris Katliamının aydınlanmasını ve unuturulmamasını istemek herkesin haklı talebidir. İster Kürt veya Türk olalım, isterse de Avrupalı olalım sonuç değişmez, değişmemelidir. İnsan olarak aynı hasasiyeti benzer olay veya olaylara karşı göstermezsek hak ve hukuku arama konusunda bir zafiyeti yaşadığımızı bellirtmek gerekiyor. Bu nedenle Paris Katliamının gerçek failerinin ortaya çıkarılması ve gereken cezaya çarptırılması konusundaki talep bir insani görev ve sorumluluktur.

Bu katliam ile ilgili Fransız, Türk ve bazı Kürt çevreler ciddi bir zan altındadır. Şimdiye kadar olayla ilgili olarak kamuoyunu tatmin edici bir açıklamanın yapılmamış olması kendi başına Fransız makamlarını zan altında tutmaktadır. Türk Devletinin de bu noktada herhangi bir çaba göstermemesi ve hatta olayı bir ‘örgüt içi hesaplaşma’ gibi göstermeye dönük gayret sarfetmesi onu zan altında tutmaktadır. Yine bazı Kürt çevreleri, özellikle Paris’te faaliyet yürüten Kürt Derneklerinin de bu noktada ciddi bir çaba göstermemesi (çaba gösteriliyor olsa bile kamuoyu tarafından bilinmemektedir) şüpheyle karşılandığını bellirtmek gerekiyor.

Paris Katliamı ile ilgili olarak çoğumuz acıyı paylaştık, fakat hiç birimiz ne Fidan Doğan’ın, ne Sakine Cansız’ın ne de Leyla Şaylemez’in aileleri kadar acıyı bizzat yaşamıyoruz. Elbette faillerin ortaya çıkarılması onların acısını yoketmez, ancak bir nebze de olsa azaltır.

Umarım Paris Unutulmaz, uzayan kovuşturma süreci ise daha fazla sürmeden, bir an önce mahkeme olur tüm gerçekler açığa çıkarılır.

Ahmet Dere  /  03.10.2013