15 Aralık 2014 Pazartesi

Kürt Diplomasisinde Temel Handikap



Kürtlerin tarihinde diplomasi en az önem verilen bir çalışmadır. Fiziki olarak çok çalışan, başkaları için savaşan, yeri geldiğinde destanlara konu olan direnişlere de imza atan bir halk olmamıza rağmen mesele diplomasiye, yani kendi çıkarlarını masada korumaya geldiğinde, ne yazık ki pek başarılı bir geçmişe sahip değiliz. Kürdistan’ın bölünmesine önayak olan da bizim bu konudaki handikapımız olmuştur. Son olarak 1923 yılında, Lozan’da Kürdistan’ın 4 parçaya bölünmesinde diplomasi alanındaki handikapımızın temel bir negatif rol oynadığını bilmek durumundayız.

Diplomasideki bu handikapımızın neden kaynaklandığını irdelediğimizde şüphesiz en başlıca hususun « Kürtlerin Birlik Konusundaki Eksikliği » olduğu açıktır. Eğer 1923’te Kürtlerin asgari düzeyde bir birliteliği olmuş olsaydı bildiğimiz biçimiyle Lozan Antlaşması gerçekleşmeyebilirdi. Kürtlerin bu zaafı hem Türkiye ve İran tarafından, hem de diğer emperiyalist güçler tarafından kulanılmıştır. Birlik olamamanın zayıflığı halkımıza 91 yıldır büyük acıları yaşatmıştır. Nüfus sayısı birkaç yüz bin ile ifade edilen halklar Birleşmis Milletler’de temsil edilirken Kürtlerin ismi bile kabul görmemiştir.

İkinci dünya savaşından sonra, başta Güney Kürdistan’da olmak üzere, giderek gelişen Kürt Özgürlük Mücadelesi ile birlikte uluslararası alanda da yavaş yavaş bir dışilişki ve informasyon çalışması yürütülmüştür. Özellikle 1980’lerden sonra, gerek KDP ve YNK, gerekse de PKK’nin geliştirdiği mücadele sonucu yurtdışında yürütülen dışilişki çalışmaları neticesinde yavaş yavaş Kürt ve Kürdistan gerçekliği  tanıtılmaya başlanmıştır. Sömürgeci devletlerin karşı faaliyetlerine rağmen sözkonusu çalışmalar belli bir etki yaratmış, başta Avrupa’da olmak üzere, dünyanın birçok alanında « Kürt Halkı ile Dayanışma » esprisiyle bir çevre yaratmıştır. Bugün baktığımızda bu noktada hatırı sayılır bir dost potansiyeli ortaya çıkmıştır.

Önemli bir örgütsel ve kitlesel çaba sonucu yürütülen bu çalışmalar ne yazık ki « Kürt Diplomasisi » manasında bir olguyu henüz yaratamamıştır. Sözkonusu çalışmalar daha çok ayrı ayrı örgütler ve dernekler adına yapıldığı nedeniyle çoğu zaman birbirini boşa çıkarmıştır. Hatta dönem dönem değişik Kürt Örgütleri düşmana karşı yürüttüğü dışilişki faaliyetlerinden fazlasını başka Kürt Örgütlerine karşı yürütmüştür. Hal böyle olunca Kürtlerin Dostları olarak bilinen yabancıların da kafası karışmış, yeterince destek sunmaları engelenmiştir. Hatta dürüst olan bazı dostların geri çekilip uzaklaşmalarına bile sebebiyet teşkil edilmiştir. Aynı durum ne yazık ki halen de belli bazı bölgelerde yaşanmaktadır.

Güney Kürdistan Yönetiminin yavaş yavaş « Bağımsız Kürdistan » tartışmalarını gündeme getiriyor olması önemlidir. Bu tartışmanın giderek uluslararası alanda da etki yaratığını da biliyoruz. Böylesi bir süreçte tüm Kürt Örgüt ve Derneklerinin dışilişki ve diplomasi çalışmalarında ortak bir üslubu esas almaları kaçınılmaz derecede önem arzetmektedir. Her örgüt veya kurumun kendi başına ve kendi dar çıkarları için  yapacağı bir dışilişki faaliyeti herhangi bir doğru sonucu yaratamadığı gibi, oldukça  olumsuz etkilere de yol açmaktadır.

Bugün Avrupa’da bulunan birçok Kürt Kurumlarının ‘Diplomasi Faaliyetleri’ konusunda geniş çabaları vardır. Bu kurumların birçok elemanları tüm zamanını sözkonusu faaliyetlere adadıklarını biliyoruz. Ancak gösterilen bu çabalar istenen sonucu yaratamamaktadır. Neden ? İşte bu noktada yine birlik olamamamız  önümüze ciddi bir engel olarak çıkmaktadır. Birlik olamadığımızdan ötürü verilen çabalar istenen sonucu da yaratamamaktadır.

Daha önce Kürt Diplomasi faaliyetlerinde aktif olarak çalışan biri olarak günümüze baktığımda neden uluslararası alanda hatırı sayılır bir statüye henüz sahip olamadığımızı daha iyi anlıyorum ; Birlik olamama eksikliği.

Bugün ortaya çıkan genel siyasal konjonktürde, eğer Kürtlerin ortak bir diplomasi dili ve çalışma programı olursa, iyi sonuçların ortaya çıkarılmaması için hiç bir neden bulunmamaktadır. Avrupa Birliği Kurumlarına yönelik tüm Kürt Örgütlerinin içinde yer aldığı bir kurumun aktif olarak çalışması ve tüm Kürtleri ilgilendiren taleplerle muhataplarıyla ilişki geliştirmesi önem arzetmektedir. Böyle bir kurum hem örgütlerüstü olmalı, hem de tüm örgütlerin çıkarlarını savunması gerekir. Tüm  örgütlere eşit mesafede olacak olan böylesi bir diplomasi kurumu Kürdistan’ın her parçası için ayrı ayrı talepleri de öne çıkarabilir. Koşullar tüm Kürtleri için Bağımsızlığı talep etmeye müsait değil ise o zaman farklı farklı taleplerle muhataplarına gidilebilir.

Kürdistan Ulusal Kongresi adına 11 yıldan beri her sene AP’de bir Konferans düzenleniyor. Ne varki bu Konferanslar verilen çabalara ve harcanan paralara göre bir sonucu yaratamıyor. İlk yıllarda kısmen bir gündem yaratan ve belli bir etkiye neden olan sözkonusu bu Konferanslar son yıllarda oldukça rutinleşmiş, adeta pek kimsenin ilgi duymadığı birer çalışma haline gelmiştir. Oysa yukarıda bahsettigim Ulusal Kürt Diplomasi Kurumu adına benzer çalışmalar düzenlenir ve tüm Kürt Örgütlerinden temsilcilerin katılımının sağlandığı birer çalışma haline getirilirse o zaman daha fazla etki yaratacağı kesindir. Aynı çalışmalarla dünyaya da Kürtler arasında iyi bir Birlikteliğin geliştigi mesajı verilmiş olacaktır.

Bana göre tüm koşullar böylesi bir kurumun geliştirilmesine müsaittir. Kürtler arasında çatışmaların asgari düzeye indiği, Kobanê’de ortak bir ruh ile mücadele verildiği bir dönemde sözkonusu bu adımın atılması için zemin oldukça uygundur. Ulusal Kongre için oluşturulmuş olan hazırlık komitesi şimdiden böylesi bir kurumun temelini atabilir. Diplomasi alanında tecrübesi olan Kürtleri biraraya getirerek, herşeyden önce Brüksel’de  AB Kürt Temsilciliği adına bir büro açabilir. Bu kurum hem Brüksel ve hem de Strasbourg’da aktif olup Washington ve Moskova ayaklarını da örgütleyerek bir diplomasi atağına geçebilir. Halkımızın verdiği mücadele böylesi bir süreci ve gelişmeyi fazlasıyla haketmiştir.

Bunları yazarken, « Ben söyledim, başkaları da yapsın » gibi bir anlayışa sahip değilim. Eğer bu noktada adım atılırsa ve üzerime düşen bir vazife ortaya çıkarsa onun da gereğini yerine getirebilecek durumda olduğumu belirtip, halkımın bilmesini isterim.

Ahmet Dere  /  15.12.2014

16 Kasım 2014 Pazar

İç Sorunlarımız



Gelişen, geliştiren, yaratan ve yaratıcı olan bir halk herşeyden önce kendi içinde sorun yaşamayan topluluklardan oluşanıdır. Kendi içinde barışık olmayan halkların dış güçlere karşı değerlerini koruyamadıkları bir gerçektir. Yine, kendi içinde yaşanan sorunlara çözüm üretemeyen halkar etrafındaki topluluklarla yaşadığı sorunlara çözüm gücü olması da pek düşünülemez.


Biz Kürtlerin halen devletsiz bir halk olmamızın temelinde, henüz birbirimizle barışık olmaya alışık olmamamızın önemli bir yer teşkil ettiğini düşünüyorum. Bizim bu zayıf yanımız halkımızı ve ülkemizi sömürüye açık tutmaktadır. 1639’da Kasr-ı Şirin antlaşmasının itirazsız kabul görmesi ve daha sonra halkımızın resmen Safevi Devleti  ve Osmanlılar tarafından sömürüye tabi tutulmasında bizim bu geri yanımızın çok önemli bir arguman olduğunu bilmeliyiz. Osmanlı Devletinin Kürdistan’ı yüzyıllar boyunca sömürmesi ve tüm zenginlik kaynaklarımızdan istifade etmesinde kulanılan temel araç yine Kürtlerin kendi içinde yaşadıkları çelişkiler olduğunu biliyoruz. 1923’te Lozan’da ülkemizin dört parçaya bölünmesinde yine bu geri yanımızın araç olarak kulanıldığı bir gerçektir. Turgut Özal döneminde geliştirilen ve kısa süre içerisinde on binlerce Kürdün silahlandırılarak Köykoruculuk Sisteminin geliştirilmesinde de yine bu nokta bellirgin bir rol oynamıştır. Günümüzde Kuzey Kürdistan’da düzen partilerinin Kürt Tandanslı Partilerden daha fazla oy alıyor olmalarında da bizim kendi aramızda yaşadığımız gericiliğe dayalı sorunlarımızın temel teşkil ettiğini bilmek durumundayız.


Şunu çok iyi bilmeliyiz ki ; biz Kürtler kendi iç barışımızı geliştirmeden, yaşanan sorunlarımıza çözüm bulmadan dış güçlere karşı sağlıklı bir başarıyı elde edemeyiz. Bu durum ülkemizin her dört parçası için de geçerlidir.


Saddam Huseyin’in Kuveyt’e girmesi ardından yaşanan Körfez Savaşıyla birlikte Güney Kürdistan’da 36’ıncı paralelin ilan edilmesinden sonra, özellikle ABD’nin katkılarıyla, KDP, YNK ve diğer örgütler arasında yaşanan sorunlara yavaş yavaş çözümün bulunması, diğer bir deyimle barışın sağlanması bugün ki Güney Kürdistan Federe Bölgesi’nin önünü açmıştır. Eğer daha önce yaşanan sorunlar devam etmiş olsaydı Güney Kürdistan’ın bugün yavaş yavaş Bağımsız bir Devlet olma yolunda gelişmeleri yaşayamazdı. Kürdistan’ın bu bölgesinde halen sağlıklı bir iç barış sağlanmamış olsa da geçmişte yaşanan çelişkilerin büyük ölçüde giderilmiş olduğunu biliyoruz. En azından sözkonusu bölgede legal faaliyet gösteren partiler, örgütler ve kurumlar gerekli olduğunda bir araya gelebiliyor, kendi parlamentolarında tartışıp ortak bir karara varabiliyorlar. Buradaki durum istenen düzeyde olmasa da, diğer parçalara göre oldukça ileri düzeyde bir gelişmedir. Önümüzdeki yıllarda ülkemizin bu parçasında daha önemli gelişmelerin yaşanacağını, diğer parçaları da etkileyeceğini tahmin etmek zor değildir.


Doğu Kürdistan’da maalesef durum farklıdır. Daha önce PDK-İran son yıllarda da PJAK hakimiyetin sadece kendisinde olduğunu söyleyerek diğer parti ve örgütlere çalışma alanı bırakmamaktadır. Hal böyle olunca, geçmişte PDK-İran, şimdi ise PJAK pek gelişme sağlayamamktadır. Dolayısıyla ülkemizin bu parçasında verilen bir mücadele olsa da, son süreçlerde pek konuşulmamaktadır, halkı yeterince örgütlemekten uzaktır.


Halkımızın yaşadığı bu temel geri sorunların etkisini çok bariz bir şekilde Rojava’da yaşandığını gördük. PYD’nin ‘herşeyi ben kontrol ediyorum, dolayısıyla sadece benim sözüm geçerlidir’ demesinden ötürü bu küçük parçada yaşayan 2.5 Milyon Kürdün birliği sağlanamadı. Eğer doğru bir birliktelik sağlanmış olsaydı, belki de bugün Kobanê’de yaşanan acılar olmayabilirdi. PYD’nin sözkonusu yaklaşımından ötürü Güney Kürdistan Federe Bölgesi de mesafeli durdu, destek sunmadı. Zira KDP Rojava’da salt PYD’nin hüküm sürmesini istememekte, diğer gurupların da (PDK-Suriye, Partiya Sosyalîsta Kurdistan ve diğerleri) oluşturulan ve oluşturulacak yönetimlerde söz hakına sahip olmasını istediğini biliyoruz. Gerek Kürtlerin baskısı sonucu, gerekse de uluslararası güçlerin talebi üzerine Güney Kürdistan Rojava’ya Peşmerge gönderdi. Bu iyi bir gelişmedir fakat sözkonusu bölgede yaşanan iç sorunlara tamamen çözüm bulunduğu anlamına gelmiyor. Eğer doğru bir yaklaşım gösterilmez ise Rojava’da DAÎŞ çetelerinin tehlikesi ortadan kaldırıldıktan sonra yine Kürtlerarası iç sorunlar ve çelişkiler baş gösterecektir.

Diğer bu üç parçada yaşanan sorunların benzeri, ve hatta daha tehlikelisi, ülkemizin Kuzeyinde yaşandığını belirtmek gerekiyor. Eğer AKP ve diğer düzen partileri halkımızın oylarının yüzde 50’inden fazlasını alıyorlarsa demekki halkın ancak yarısı, ve hatta yüzde 40’ı civarında HDP’ye yakın duruyor. Böylesi bir durumda Kuzey’deki Kürt Sorununa salt HDP’nin sözcülük etmesinin ne kadar sağlıklı olduğu konusunda düşünmek lazım. Dolayısıyla mevcut durumda sürdürülmeye çalışılan « Çözüm Süreci » aslında Kürt Sorununa çözüm bulmak değildir, daha ziyade silahlı bir gücü elinde bulunduran PKK’nin pasifize edilmesidir. AKP’nin esas niyeti ve amacının da bu olduğu aşikardir. Bu partinin yetkilileri yer yer « Kürt Bölgelerinde biz HDP’den daha fazla oy alıyoruz » dediklerini dikkate aldığımızda « Çözüm Süreci » denilen süreçten ne kastettiklerini anlamak mümkündür.


Ülkemizi kendi resmi sınırları dahilinde tutan devletlerin ve de uluslararası güçlerin ne dediklerini ve ne düşündüklerini bir tarafa bırakıp aslolan kendi içimizdeki birliğin çok daha önemli olduğunu bilmek ve onu geliştirmek durumundayız. Duşmana karşı bile takınılmayan tavır ve davranışların, sadece kendisiyle aynı düşünmedikleri için kürt aydın, demokrat ve basın mensuplarına karşı sergilenmesi sadece halkımızın geleceğine zarar verdiğini herkesin anlaması lazım. Geçenlerde HDK’nin Kongresinde Rudaw TV adına çalışan ekibin dövülmesi bu konuda bir örnek olabilir. Rudaw TV’nin ne gibi ve nasıl habercilik yaptığını burada tartışma gibi bir yaklaşımım yok, çok sayıda TV ekipleri gibi onlarda oraya gitmiş ve görev yapıyorlar. Ancak bir kürt kanalının çalışanları aynı yerde bulunan türk TV kanallarının kameraları önünde dövülmesi normal görülemez. Hele hele bizim gibi haklar, özellikle özgürlük için mücadele eden halklar basın mensuplarına karşı çok duyarlı ve anlayışlı olmak durumundadır. Burada yaşananlar iç sorunlarımızla birebir bağlantılıdır.


Gerek PKK ve ona yakın olan çevrelerin, gerekse de diğer Kuzeyli örgütlerin, yukarıda değindiğim bu yanlış yaklaşımları nedeniyle  büyük bir kürt aydın ve demokrat çevre bugün  pasif durmaktadır. « Birine yakın olan diğerine duşmandır » anlayışının halen tüm kürt örgütlerinde hakim olduğu için sözkonusu bu çevre faal olamıyor. Adeta «Kimseye duşman olarak damga yememek için, en iyisi köşemde oturayım » anlayışı hakim olmaktadır. Elbette bu duruş doğru değildir, aydın ve demokratların görevi yanlışı eleştirmek, doğruyu savunmaktır. Ne varki biz Kürtlerde bazı şeyler biraz ‘farklı’ gelişmiştir, burada olduğu gibi. Umarım bu ‘farklı’ yaklaşımlar normalleşir, halkımız da diğer tüm halklar gibi özgürlüğüne normal kavuşur.


Ahmet DERE  /  16.11.2014

26 Ekim 2014 Pazar

Ortadoğu, Uluslararası Güçler ve Kobanê



Son iki aydır gündemimizin siyasal ve sosyal boyutu Kobanê olmuştur. Nereye gitsek, kiminle konuşsak sohbetin bir yerinde Kobanê konusu geçiyor. Bu sadece Kürt ve Türklerle alakalı değil, görüştüğüm, konuştüğüm yabancıların da gündeminin bir parçası Kobanê’dir. Öyle zanediyorum ki bu durum daha bir süre devam edecektir. Zira Kobanê salt DAİŞ çetelerinin oradan çıkartılması ile gündemden çıkmayacaktır, uluslararası güçlerin Ortadoğu ile ilgili hesaplarında artık Kobanê ve Kürtler önemli bir yer teşkil edecektir.

Uluslararası güçlerin Ortadoğu ile ilgili hesapları sürekli olmuştur, bundan böyle de olacaktır. Ortadoğu’da hakim  olan güç dünyada da egemen olacağını tarih bize göstermiştir. 20. Yüzyılın başından bu yana bu bölgede hakim olanlar sürekli dış güçler olmuştur, diğer bir deyimle uluslararası güçler olmuştur. Başta ABD olmak üzere AB ve bir dönem de Sovyetler Birliği olmuştur.
21. Yüzyıldan beri ABD ve İngilizlerin başını çektiği AB bloğu Ortadoğu’da oyun kurucu durumundadır.

Arap Baharı’nın bir parçası olan Suriye’de iç savaşın oyun kurucuları da sözkonusu uluslararası güçler olduğunu biliyoruz. DAİŞ denen çete de Arap Baharı’nın geliştirilmesinde kulanılan oyun taşlarından biridir. Ne ABD, ne de AB DAİŞ çetesinin geliştirilmesinde bihaber değildir. Gelinen aşamada bu çeteye karşı bu iki uluslararası güç savaş açmış gibi gözükmeleri onların sorumluluğunu hafifletmez. Gerek Şengal’deki Ezîdî Kürtlerin katliamında gerekse de bugün Kobanê’de yaşanan vahşete karşı onların ciddi bir sorumluluğu bulunmaktadır. Yer yer DAİŞ’e karşı havadan saldırı düzenlemeleri ve onu kısmen zayıflatmaları onlara kurtarıcı sıfatını hakettirmez.

TC yetkilileri Ortadoğu üzerinde ne gibi oyunların döndüğünü algılıyor olsalar da ona karşı halkların çıkarına uygun bir tavır geliştirmekten uzaktır. Hatta AKP Hükümeti geliştirilen senaryoların bir parçası olmak için uğraşmaktadır. Yani ABD ve AB’nin Ortadoğu’da geliştirmek istediklerinin neticesinden parti olarak faydalanmak istemektedir. Hal böyle olunca, bırakalım Kobanê’ye destek vermeyi, tam tersine DAİŞ denen çetenin ‘zafer’ elde etmesini arzulamaktadır. Bu mantık Kobanê’nin DAİŞ tarafından düşürülmesi durumunda uluslararası güçlerin geliştirdikleri oyunda kendine bir rol düşeceğini hesaplamaktadır. Bunun farkında olan ABD ve AB yarı gönüllü bir şekilde PYD’ye destek vererek ‘bakalım, görelim’ hesabını yapmaktadır. Eğer YPG gerillaları DAİŞ çetesine karşı verdikleri direnişi zaferle taçlandırsalar o zaman geliştirilen senaryolarda Türkiye’ye çok ciddi bir rol verme ihtiyacı kalmayacaktır. Ortadoğu’nun köklü güçlerinden biri olan Türkiye tamamen oyun dışında bırakılması düşünülemez ama kilit noktalardan da uzak tutulacağını şimdiden görüyoruz.

Dikkat edilirse son yıllarda gündemde olan ‘Çözüm Süreci’ bir piyon taşı gibi oradan oraya atılmaktadır. AKP Hükümeti’nin işine geldiğinde ‘Çözüm Süreci’ gündemde tutulmaktadır, işine gelmeyince de adeta unutulmaktadır. Bu durum tamamen Uluslararası Güçlerin Ortadoğu’da geliştirmekte oldukları yeni konseptle bağlantılıdır. Yani AKP Hükümeti ‘Çözüm Süreci’ni aynı zamanda Türkiye’nin geleceği açısından da faydalı olabilecek bir süreç olarak görmüyor, daha ziyade onu dar çıkarları için oyununu kurmada bir taktiksel hamle olarak görüyor. Durum böyle olunca şüphesiz ‘Çözüm Süreci’ne ilişkin pek iyimser olamıyoruz.

Gerek Uluslararası Güçlerin bölgede geliştirdikleri senaryolar konusunda, gerekse de AKP’nin ‘Çözüm Süreci’ne ilişkin yaklaşımı konusunda Kürtler de bir bütün değildir. Mevcut durumda, ne yazık ki ciddi bir kafa karışıklığı sözkonusudur. Başta HDP olmak üzere, Kandil, Hewler, Amed (Amed deyince Kuzeyli diğer tüm örgütleri kastediyorum) ve aynı zamanda İmralı’dan birbirinden farklı ses ve görüşler beyan edilmektedir. Kobanê ile dayanışma konusunda bile ciddi bir görüş ayrılığı sözkonusudur. Elbette bu dürüst ve yurtsever Kürtler açısından hiç de istenen bir tablo olmamaktadır.

Güney Kürdistan’da sınırlı bir iktidar gücüne sahip olan Federal Kürdistan Bölgesi yetkilileri de bu konularda ayrı bir telden çaldıklarını görüyoruz. DAİŞ’e karşı savaş içinde olduklarını biliyoruz fakat bu durum Kobanê konusunda bu kadar yavaş hareket etmelerine sebep değildir. Her ne kadar ilk başta Kobanê’ye Peşmerge göndermelerine PYD isteksiz davranmış olsa da, ‘Kürdistan’ın her parçası bizim için kutsaldır’ mantığıyla hareket edip oraya güç göndermeliydiler. Ne yazık ki öyle yapılmadı, 45 gündür sadece Kobanê’deki savaşı izlemekle yetiniliyor. Geç de olsa Peşmerge’nin Kobanê’de mevzi alması elzemdir.

Sonuç olarak şunu vurgulamak isterim ;

Uluslararası Güçlerin Ortadoğu politikalarında artık Kürtler bir aktördür. Şimdiye kadar piyon olarak kulanılan Kürtler bundan böyle öyle olmayacaktır. Şimdiye kadar ‘Statüsüz Halk’ olarak bilinen Kürt Halkı artık kendi asli kimliğine sahip olmak için geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Bu durumun örgütlerle pek alakası yoktur, halk olarak böyle bir bilince, cesarete ve iradeye sahibiz. Daha çok zorlu süreçler bizi bekliyor ancak hiç biri aşılmayacak değildir.

Ahmet DERE  /  27.10.2014

5 Ekim 2014 Pazar

DAİŞ Belası ve AKP



Bir süredir DAİŞ denilen cani örgütün yaptığı vahşet ile ilgili haberler günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiştir. Bu satırları kaleme aldığım saatlerde Kobanê’nin kenar mahalelerinde YPG güçleri ile bu cani örgüt arasında çatışmalar yaşanıyor. Haber ajansları her saat başı yeni bilgileri servis ediyorlar. Bu yazıyı okuyacağınız vakitlerde Kobanê’den gelen haberler çok farklı da olabilir. Ancak durum ne olursa olsun Kobanê direnişi Stalingrad gibi tarihe adını yazan nitelikte bir kahramanlık destanı olacaktır. Zira DAİŞ denilen çeteye karşı gösterilen direniş aynı zamanda uluslararası güçlerin desteğiyle beslenen ve kuduran bir köpekler sürüsüne karşı verilen bir mücadeledir. Bununla birlikte, her ne kadar da Kobanê’de Kürtler savaşıyor olsa da birçok ulustan ve sınıftan kitlelerin gönülden destek verdiği bir direniş gösterilmektedir. Önümüzdeki yıllarda edebiyatçılar ve tarihçiler sık sık Kobanê direnişiyle ilgili çalışmalar yapacaklardır.

Bugün birçok devletin içinde yer aldığı bir koalisyon DAİŞ’e karşı savaş ilan etmiş olsa da özünde uluslararası güçlerin sağladığı son teknolojik silahlarla bu  çete Irak, Suriye ve Kürdistan’da halklara saldırmaktadır. DAİŞ’in sözkonusu bu barbarca saldırıları uluslararası güçlerin gözleri önünde ve desteğiyle çok açık bir şekilde başlayarak gelişti. Baştan beri dünya bu saldırıları adeta bir maç seyreder gibi izledi.

Kobanê saldırıları aynı zamanda Şengal’den başlanarak Kobanê ile devam eden ve giderek Kürdistan’ın büyük parçası olan Kuzey’de gerçekleştirilmesi planlanan daha büyük bir katliamın parçası olabilir, böyle bir ihtimal vardır ve gözardı edilmemelidir.

Baştan beri, yani 2012’den beri, DAİŞ’e destek veren AKP Hükümeti’nin amacı Rojava’nın üç bölgesinin ikisi olan Êfrîn ve Kobanê’yi kendi sınırları dahiline almaktır. Bu plan pek konuşulmasa da, siyasi analizi güçlü olanların rahatlıkla görebildiği bir olasılıktır. AKP Hükümeti böylesi  bir planı  devreye sokmak için çok yönlü bir senaryoyu şimdiden devreye sokmuştur. Bugün sabah (05.10.2014) ANF’nin geçtiği haberlerde Türk askerinin YPG mevzilerini vurduğu ile ilgili bilgileri  okuduk. Benzer saldırıların önümüzdeki günlerde daha da artması büyük bir ihtimal dahilindedir. Eğer Ankara yarın Salih Muslim ile bazı konularda ortak noktada anlaşmasa (ki Salih Muslim’in kendi başına yapabileceği türden anlaşmalar değildir) bu olasılıklar daha yakın bir realite haline gelebilir.

Bilinmesi gerekiyor ki AKP Hükümetinin DAİŞ gibi barbar ve cani bir örgüte verdiği destek sadece Kürtleri katletmiyor, aynı zamanda Türk Halkının da çıkarlarına aykırı bir pratik sergiliyor. Kürtlere verilen her zararda Türk Halkının da payı vardır ve olacaktır. Dolayısıyla DAİŞ ve onun arkasındaki güçlere karşı çıkmak aynı zamanda Türk Halkının da görevidir. Bayram günü İstanbul’dan ve Türkiye’nin birçok kentinden Kobanê sınırına doğru hareket eden otobüslerde çok sayıda Demokrat ve Kürtlerle Kardeşliği savunan Türklerin olduğuna inanıyorum. Önümüzdedki süreçte bu kesimin sesi daha gür ve yüksek çıkacaktır.

Kobanê’ye yönelik saldırılar tüm dünyanın gözü önünde,  adeta Kürt katliamı biçiminde devam ederken şunun da iyi bilinmesi gerekir ; tarihte haklı olan ve direnenler sürekli kazanmıştır, dolayısıyla Kürtlerin arkasında ciddi bir uluslararası destek olmamasına rağmen kazanan taraf olacaktır.

Bugünlerde dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan milyonlarca Kürt sürekli ayaktadır, vijdanı olan binlerce Kürt gençlerinin Kobanê’ye gitmeye hazır olduklarına inanıyorum. Bana gelen mesajlardan da bunu çok rahatlıkla gördüğümü söylemek istiyorum.

Ne olursa olsun, sonçta zafer Kürt Halkının ve insanlık onuru için mücadele edenlerin olacaktır, bunda kimse şüphe etmesin.

Ahmet DERE  / 05.10.2014