7 Temmuz 2010 Çarşamba

Barışı Istemek

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürt Sorunu sürekli kanayan bir yara olma konumunu koruyagelmiştir. Bazıları, bu sorunun sadece 30 yıldan beri varolduğunu söyleseler de, yaşanan tarihsel gerçeklikleri değiştiremezler.
Türkiye jeopolitik konumu itibariyle çok hasas bir bölgede bulunup, dış güçlerin oyununa açık olmasına rağmen, kendi içindeki kanayan yarayı doğru tahlil edememiştir. Devletin bu yaklaşımı 87 yıldır sürekli Cumhuriyet ile halk arasında derin uçurumların varolmasına sebebiyet vermiştir. Adı Cumhuriyet olsa da, Türkiye’deki yönetim aygıtı ile halk arasında hiçbir zaman uyum sağlanamamıştır. Bu uyumsuzluk salt Kürtler ile devlet arasında değil, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan tüm halklar açısından da geçerlidir.

Bir Haziran’dan bu yana giderek şiddetlenen çatışmalar, Kürt Sorunu eksenindeki tartışmaları biraz daha fazla yoğunlaştırmıştır. Kürt Sorunu ile ilgili, şimdiye kadar inkarcı yaklaşanlar bile bazı gerçeklikleri dilendirmeye başlamışlar. Yapılan tartışmalara bakıldığında, sanki yeni bir durum yaşanıyormuş gibi bir kanıya kapılıyor insan. Halbuki bu sorun (eğer Osmanlı doneminde yaşananları hesaba katmazsak), 87 yıldır sürekli kanayan bir yaradır ve son 20 yıldır da aynı tartışmaların eksenindedir.

Gerek türk, gerekse de kürt çevreler tarafından bugünlerde sık sık « barış » sözcüğü dilendirilmektedir. Barışın istenmesi bir anlamda yaşanan bir savaşın da kabulu anlamına gelmektedir, ancak bu noktada henüz ciddi bir tutuculuğun hakim olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ne varki, 30 yıldır ordu ile gerilla arasında kesintisiz bir çatışma yaşanmasına, on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve yüzbinlerce insanın maddi ve manevi zararı olmasına rağmen, türk devletinin yanlış teşhis politikasından dolayı savaşın varlığı kabul edilmemektedir. Bu çizgi hakim olduğu müddetçe, kimse kusura bakmasın, ne barış gelir, ne de bu savaşın önu alınır.

Neden savaş gerçekliğinin kabulu önemlidir ?.

Herşeyden önce yaşanan savaş bir sorunun sonucudur, onun kabul edilmesi aynı zamanda sözkonusu sorunun da kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Devlet kademelerindeki yöneticiler savaş sözcüğünü özellikle kulanmamaya çalışmaktadırlar. Bunun tercümesi şudur ; savaş yaşanmadığına göre barışa da ihtiyaç yoktur. O zaman ne olacak, elbette savaş sürecek ve giderek tüm Türkiye’yi etkisi altına alacaktır. Kaybedenler kimler olacak ?, elbette başta Türkiye’deki halklar en çok zarar görecekler, ancak devlet de kendi payını alacaktır. Nitekim, son bir aydır devletin en tepesindekileri uyuyamadıklarını söylemektedirler.

Barışı isteyenler arasında da çeşitli farklılıklar olduğunu söylemek gerekiyor. Bazılarına göre barış sadece devlet ile PKK arasında sağlanabilen bir olgu olurken, bazılarına göre ise, gerçek barış toplumsal bir uzlaşma ile mümkündür. Bana göre her iki yol da birbirine bağlı olup, biri olmasa diğeri de olamayacaktır. Eğer devlet ile PKK arasında doğru ve samimi bir ateşkes sağlanamzsa, toplumsal barıştan da sözedilemez. Tersini de söylemek mümkündür ; yani toplumsal bir uzlaşma sağlanamazsa, devlet ile PKK arasında varılacak herhangi bir kalıcı ateşkes de kürt sorununu doğru bir çözüme götüremez. Dolayısıyla, görülmesi gereken temel husus ; Kürt Sorununun tüm yönleriyle ele alınması, her kesimin taleplerine cevap olabilecek, isteklerini gözeten bir çözüm yolunun bulunmasıdır.

Çatışmalar ne kadar gelişir ve çelişkiler derinleşirse, yine de çözümün tüm kapıları kapanmaz, eğer istenirse barış da sağlanabilir, toplumsal uzlaşma da. Bu noktada Abdullah Öcalan’ın rolü yadsınmamalı, avukatları aracılığıyla verdiği mesajlar önemle dikkate alınmalıdır diye düşünüyorüm.

Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla verdiği mesajlara da bakıldığında, herşeye rağmen, yakın süreçlerde iyi bazı şeylerin yaşanabileceğine dair umutlu olmak da fayda vardır.

Ahmet DERE / 07.07.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder