Türkiye’nin
AB yolculuğu 1960’lı yıllara dayanmakla birlikte, esas olarak 3 Ekim 2005
tarihinde başlayan müzakere süreciyle ciddi anlamda gündeme girmiştir. Bu süreç
üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen henüz ciddi bir gelişmenin yaşandığını söyleyemeyiz.
Her nekadar sık sık ‘ne Türkiye’nin AB’den vazgeçebileceğini, ne de AB’nin
Türkiye’den vazgeçeceğini söylemek mümkün değildir’ desek de, aslında bunun Türkiye’nin
AB’ye üye olmasıyla pek alakalı olmadığını artık anlama zamanı gelmiştir. Yani
Türkiye-AB Süreci olmadan da bu gerçek değişmez.
Hatırlanacağı
üzere Türkiye’nin AB’den müzakere tarihini alması uzun yılları almıştır. O yıllarda
AB yetkililerinin elinde değerli bir kart vardı ; Kürt Sorunu. Hemen her
platformda AB yetkilileri Türkiye’ye karşı Kürt Sorunu kartını çıkarır, elleştiri
üstüne elleştiri yağdırırlardı. Bu yaklaşımlarıyla bir taraftan Türk Ordusuna
silah satar, bu yolla hem para kazanır hem de Türkiye’yi IMF’ye borçlu hale
getirirlerdi, diğer taraftan da verdikleri silahlarla kirli bir savaşın kızışmasına
zemin sunuyorlardı. Dönemin Türkiye hükümetlerinin de çeşitli çıkar gruplarının
pençesinde olmaları kirli savaşın 2000’li yıllara kadar devam etmesine yol açıldı.
Türkiye’nin bu karanlık fotoğrafı AB için değerlendirilmesi kaçınılmaz bir değerdi.
Öyle de yapıldı, Kürt Sorunu sayesinde Türkiye iyice şarampole sürüklendi.
2000-2005
yılları arasında PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olması ve AKP’nin,
kısmen de olsa geçmiş hükümetlere nazaran farklı bir profil çizmesi, yeni bir
atmosferin oluşmasına neden olmuş, AB yetkililerini müzakere sürecini başlatmaya
zorlamıştır. Fakat her ne kadar tam üyelik amacıyla sözkonusu süreç başlatılmış
olsa da arka planda sürekli imtiyazlı statü hesapları yapılmıştır. Nitekim müzakere
sürecinin ilk üç-dört yıllık sürecinin sonunda AKP yetkilileri de Avrupalıların
bu gizli hesabını anlamış olmalılar ki sözkonusu alanda pek heyecanlı bir çalışma
yapmamıştır. Yani bu şu anlama geliyor ; hem AB yetkilileri hem de Türk
yetkilileri bu sürecin farklı bir şekilde sürdürülmesi noktasında zımnen anlaşmışlardır.
Yükarıda
yazdıklarıma rağmen şunun altını da çizmekte fayda vardır ; AB’nin
çıkarları Türkiye’yi kendine bağlı hale getirmesinden geçerken, Türkiye’nin de çağa
uyum sağlama yönünde AB’nin desteğine ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca ne Türkiye’nin
AB’den uzaklaşma, ne de AB’nin Türkiye’yi kapısından uzaklaştırma gibi bir lüksü
olamaz. Zaten bu nedenledir ki 8 yıldır ağır aksak yürüyen müzakere süreci her
iki taraftan da ciddi sıkıntılara sebep olmuyor. Türkiye’de bunun çok doğal
olduğu biçiminde bir algı yaratılmıştır.
AB
yetkilileri tarafından dilendirilen «Türkiye’nin AB ile sağlıklı bir bütünleşme
gerçekleştirmesi gerekli» sözü artık pek
sağlıklı gelmiyor bana. Zira bu aşamadan sonra bu sözün gerçekleşebilmesi pek
ihtimal dahilinde değildir. Yani Türkiye AB’ye tam üye olamaz, olsa olsa ancak özel
bir statüye sahip olabilir. Çoğu AB üyesi ülkelerin uzun süredir düşündükleri,
yer yer de ifade ettikleri imtiyazlı üyelik statüsü sanırım gerçek olabilecek
tek seçenektir. Türkiye’nin de bunu kabul etmemesi için pek ciddi sıkıntıları
kalmamıştır. Son yıllarda Türkiye’de AB ile ilgili pek tartışmaların olmaması
ve bu noktada eskiden yaşanan heyecanın kaybolmuş olması da bununla alakalı
olması gerek.
Bu
yıl AB Komisyonu, Türkiye ilerleme raporunu 16 Ekim günü
açıkladı. Sözkonusu bu raporda ifade özgürlüğü, eylem özgürlüğü gibi konularda eleştiriler
yer alırken katılımcı demokrasinin gelişebilmesi, toplumun tüm kesimlerine
ulaşılabilmesi, yasalar ve hukukun buna uygun olması gerektiğine de dikkat
çekilmektedir. Bunlara diyecek bir söz yok, Türkiye’nin geleceği için yapılması
gereken görevlerdir. AB’nin bunları istemesi, gelecekte Türkiye’yi kendine daha
bağımlı hale getirmek istemesinin icabettiği bir gerçektir.
Raporda
«Üyelik müzakerelerinin yeni bir moment kazanmasının AB üyeliği için önemlidir »
diyen AB Komisyonu aslında çok açık bir şekilde ikiyüzlülük yapmaktadır. 8 yıldır
sadece bir müzakere maddesini kapatan AB Komisyonu kalan diğer 32 maddeyi daha
kaç sekiz yılda kapatacak acaba ? Bu çok meçhul. Ben diyorum ki, gerek AB
yetkilileri olsun gerekse de Türk yetkilileri olsun artık gerçekleri kamuoyuna açık
bir şekilde deklare etmeleri gerekir. Yani Türkiye’nin AB’ye üye edilmeyeceği,
ancak hem AB’nin Türkiye’ye, hem de Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olduğunu resmen
beyan etmeleri daha faydalı olacaktır.
Avrupa’nın
komşusu olan Türkiye’nin AB’siz gelişemeyeceği gibi kendi içinde varolan
sorunlarını da haletmeden bir yere varamaz. Dolayısıyla Kürt Sorununun uygun
bir biçimde çözüme kavuşturulması önemlidir. Bir taraftan AB ile ilişkilerini
sağlam komşuluk ve mütefiklik temeli üzerinde geliştirmesi gerekirken, diğer
taraftan da Kürtlerle daha bütünleşmesi, halk olma haklarını tanıması kaçınılmazdır.
Aksi halde değişmekte olan uluslararası siyasi konjonktür Türk-Kürt
ilişkilerini çok farklı bir yöne kaydırabilir.
Ahmet
DERE /
31.10.2013